Ölmüş Oyuncaklar Müzesi’nden

AKİF HASAN KAYA

AKİF HASAN KAYA
Nusret   | Öykü |
 
Ağlıyor muydu? Göğe doğru bakıyordu. Bulutlar, bulutlar…
   Gelecek,
   evet,
   biliyor.
Ama: işte: malûm: çaresizlik böyle bir şey.

İsyan etmekten korkuyorlar. –Biraz yalnız, başıboş kalınca buzağıya tapanlar gibi- Aman Allahım! Koru bizi! Ayağımızın kaymasına izin verme.

Çölden ılık bir meltem esiyor. Şehir tetikte. Sokaklar, evler, insanlar: gecenin örtüsü altında uyanık.

AKİF-HASAN-KAYA---Ölmüş-Oyuncaklar-Müzesi--kapakHep göğe bakıyorlar. Bir şey: bir muştu, bir beşaret; yüreklerine inşirah salacak bir nefes bekliyorlar. Gözlerini yeterince açsalar, yakınlarında görürler miydi beklediklerini? Bütün dayanaklarını birer birer yitirmişlerdi. Kısılıp kalmışlardı. Hep göğe bakıyorlar. Bir şey: bir muştu, bir beşaret beklerken hep fosfor bombaları geliyor. Ölüm gökten geliyor hep; bir baba, çocuğu yıkıntılardan çıkarılırken göğe doğru yumruklarını sıkıyor.

Uzun uzun yürüyor. Şehre, uzak bir dağdan bakıyor. Arkasında derin bir mağara karanlığı. Gökyüzü: Bulutlar, bulutlar. Bunaldıkça bunalıyor. Kendisi için bir endişesi yok, biliyor, gelecek yardım. Başına işkembe konulunca: gözleri büyüyenler, hâlâ mı? diyenlerden endişeli. Şimdi değilse, ne zaman… diyenler için af ve mağfiret istiyor.

Ardında duymaya alıştığı o yumuşacık ayak sesini özlüyor: Dağa tırmanırken, kayaların arkasına gizlene gizlene ürkek adımlarla kendisini takip eden… Dağdan her inişinde elinde örtüyle tetikte bekleyen… Yok; kimse yok. Yalnızca büyüyen karanlıkları boğan, boğacak bir yardım var. Gelecek. Şüphesi yok.

Bir deri parçası bulunca ne çok sevindiler. Biraz doyacaktı karınları. Böylece daha sağlıklı düşünebileceklerdi. Bu kadar sıkıntıya nasıl dayanırız, dua et Allah bizi kurtarsın! demeyeceklerdi karınları doyunca. Bunları söyleten açlık olmalıydı.  Açın gözünüzü! Açın gözünüzü! Allah’ın yardımı daima yakındır. Sizden önce de oldu bunlar. Öyle bunaldılar ki: Elçiler bile, ne zaman diye feryat ediyordu.

O günlerde kim diyebilirdi, kovuldukları şehre yeniden, dipdiri bir vakarla girecekler. Girdiler. –Kimin şüphesi vardı? Yok muydu? Kalpleri kayıverenler olmuştu, tam bir teslimiyetle inananlar da…

Eskiler gibi henüz kovulmamışlardı şehirlerinden. Ama her gün ölüyorlardı. Kovmaya niyetleri de yok zaten. Nereye kovacaklar. Yavaş yavaş sıkıştırıp, bezdirip, umudunu tüketip: yalnızlığının içinde öldürmek: ölüme mahkûm etmek: umutsuzca.  Bir şüphe düşürebilseler kalplerine; şeytan gibi; vesvese üfleyebilseler: kardeşleriniz mi? Onlar unuttu sizi; herkes kendi derdinde; evleri, arabaları, yazlıkları… unuttular sizi, diyerek; azıcık şüphe; düşecek insanlık, ölecek bir kere daha; işte o zaman yeniden kana bulanacak Hamza; işte o zaman Hint gibi dans ederek kutlayacaklar belki…

Aç kaldıkça, ilaç bulamadıkça göğe bakmaları boşuna değil. Karanlık arttıkça umutlanıyorlar. Zulüm en şiddetli hale gelince, bir ses: bütün kötüleri, bütün kötülükleri silip süpürecek bir ses gelecek. O zaman anlayacaklar ama geç kalacaklar dönmek için. Gökyüzü ebabillerle dolacak. Ayaklarında pişmiş taşlar… İşte o zaman kaçacak yer arayacaklar; bulamayacaklar… Kaçamayacaklar. Yakalanacaklar; af dileyecekler; yalvarışları ördükleri yüksek aşılmaz duvarlar gibi duvarlara çarpıp geri dönecek.

Durmadılar, yeniden yeniden denediler: Yıkıntıların arasından gülümseyen çocuklarınızın fotoğraflarını tivitırda retivit yapınca; feysbuktan paylaşınca; birkaç lanetleme mesajı yazınca; cep telefonundan mesaj atıp beş lira bağış yapınca… içleri huzurla doluyor, rahat rahat uyuyorlar, -diyerek, kalplerini kaydırmaya çalışıyorlar, içlerine bir kurt düşürmek maksat. Her gün başlarına kakıyorlar yalnızlıklarını. Siz burada ölürken, hangi bankanın daha uygun kredi verdiğini hesaplıyorlar; beş yıldızlı termal otellerde meşhur hocaların buğulu seslerinden vaaz dinlerken, hüzünleniyor(muş) gibi yapıyorlar; bazen ağlıyor(muş) gibi yapıyorlar… diye vesvese üflüyorlar.    

Bütün olup bitenden haberimiz vardı –geceleri kâbus gibi çöküyordu uykularımıza: bir çocuk annesini çağırıyordu; Allah’a yalvarıyordu: Uslu bir çocuk olacağım, onu hiç üzmeyeceğim, ne olur annem geri gelsin. Dikenli tellerin ardında başına çuval geçirilmiş babalar, içlerinden bütün firavunlara küfrederek oğullarını teselli etmeye çalışıyordu. Kızgın güneşin altında, çukura atılmış, boğazına kadar pisliğe batırılmış bir adama, -kim kurtaracak seni, diye kükreyen nemrudi sesler duyuyorduk. Evlerinde diri diri yanmamak için açık denize doğru koşan küçücük çocukların arkasından atış talimi yapan köpeklerin dişleri parlıyordu. Kadınlara, kızlara ilişen, çökenler; -sizden yeni, asil bir nesil üreyecek, diyen puştların çürümüş, iğrenç nefesleri kirletiyordu, kokutuyordu, bölüyordu uykularımızı.

Onlar kanmadılar bu yalanlara. Biliyorlardı. Unutulmamışlardı. Kovdular şeytanları: Eûzubillâhimineşşeytânirracîym. Yeniden açtılar ellerini göğe doğru.  

Ağlıyor muydu? Göğe doğru bakıyordu. Bulutlar, bulutlar…

   Gelecek,

   evet,

   biliyor.

Sıkışıp kaldıkları Akdeniz’in kıyısından yeniden büyüseler, büyüseler… Endülüs’e kadar, Hindistan’a kadar… Atları denize sürüp, eğer yol olsaydı, buradan bütün dünyaya… Ama şimdi nerden nereye diye düşünecek zaman yoktu. 

Mekke’ye gidenlerden dua istiyorlardı. Sesleri kısılmasın, ümitleri kırılmasın, kardeşlerinden şüphe etmesinler diye… ve bir an önce gelsin bekledikleri yardım. Bir korku düşsün kalplerine, ürkek tavşanlar gibi kaçsınlar, kaçacak yer arasınlar: Taşlar dile gelsin; arkamda arkamda, diye.

Göğe bakıyor. Yıldızlar, yıldızlar. Soğuk. Ayaz.

Sesleri duyuyorlar. Korkma diyor, Allah bizimledir. Sesler yaklaşıyor. Örümcek ağını kesemiyor kılıçları. Kör oluyorlar. Görmüyorlar. Çekip gidiyorlar. Mağara genişliyor, genişliyor.  

Çöl uzayıp gidiyor önlerinde. Issızlık.

Yalnız değiller.

Oturarak namaz kıldığını görünce, hasta mısınız diye soruyor. Hayır, açlık diyor. Üzülme, dünyada açlık çeken ahirette cehennem ateşinden emin olur. Bırakıyor kitabı. Ara veriyor. Okuyamıyor. Haydi, yeniden, daha güçlü, daha gönülden…

Tırlar şehre geliyor. Bütün yüzlerde bir mutluluk. Yalnızca bir kadın sevinemiyor; küçük bir mezara bakıp bakıp ağlıyor. Geç kaldılar, geç kaldılar… Geçen hafta gelseydi. Bebeğinin kokusunu hatırladıkça, patiklerini kokladıkça duramıyor, tutamıyor kendini. İncecik tel tel saçları geli geliveriyor aklına. Minicik elleri, ayakları… Ah! Çöle doğru haykırıyor.

Koşuyorlardı. Arkalarında kendilerini boğmak, öldürmek için saldıran bir ordu. Yol bitti. İşte deniz. Kalpleri kayıverecek gibi oldu. Titrediler. Hepsi ona baktı. Hadi. Şimdi. Nasıl? Şaşkınlık. Korku. Daraldılar. Bunaldılar. Göğe baktılar. Şüphe yok. Tereddüt yok. Vur asanı suya. Vurdu. Kızıldeniz baştanbaşa yarıldı. Selametle geçip gittiler. Peşlerindeki ordu komutanı: anladılar, yalvardılar; artık çok geçti. Görünmez duvarlara; kibir duvarlarına çarpıp döndü ağlamaları. Öldürdükleri bütün masumların ahı üstlerine çullandı. Boğdu onları.

Gün ağarıyor. Sabah oluyor. Elinde asa yok, saklanacak mağara yok. Çöl yarılsa, alsa bağrına, saklasa onları. Gün ağarıyor. Tanklar uzaktan uzağa seçiliyor. Bütün gece sürdü top atışı. Bir gecede büyüdü çocuklar. Acı, korku, endişe sakallarla birlikte fışkırıyor yüzlerinden. Şimdi de uçaklar başlar. Göğe bakıyorlar. Sabah oluyor. Sayıklayıp durduklarını anlıyorlar. Susuyorlar. Açıyorlar ellerini yeniden. Göğe bakıyorlar. Şehrin neyine bakacaklar: her yer darmadağın, yangınlar, dumanlar, yıkıntılar…

Göğe bakıyorlar.

Bekliyorlar.      

Akif Hasan Kaya'nın 2. öykü kitabı "Ölmüş Oyuncaklar Müzesi"nden / İz Yayıncılık / 2014

 

        

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir