İLKNUR İŞCAN KAYA
Uçurtmanın Kuyruğu |ÖYKÜ|
Soğuk kış günlerinin acı havası, yüreğimi yakmıyor bu kez. Ne nem ile yüzü yıkanan kaldırımlar, ne de yumuşakça düşen kar taneleri üşüten içimi. Ellerimi saran eldivenin, yok kıymetinde olduğunu anladığımda ise kalbimin buz tuttuğu anlardan birini yaşıyordum. Son kez ellerimi tuttuğunda dostum. Eski dostum…
Gümüş renkli bir kazağın albenisi parlıyordu üzerinde. Işıl ışıldın. Sanki yıllarca ayakta kalmış görkemli bir sarayın eşsizliği taşıyordu senden. Mağrur ve gururlu ses tonuna oturan ayrıcalık izlerini ise yüksek tonda çalan müzik perdelemeye çalışıyordu. Oysa sen o kadar gerçektin ki, bu konuda başarılı olduğu söylenemezdi.
Önce oradan buradan konuştuk. Sonra işten güçten. Bu sohbetin en can acıtan yanı ise, sen büyürken ben hep küçülüyordum karşında. Bunu gümüş rengi kazağını gölgede bırakan gözlerin haber veriyordu. Düşüşümün sebebi olan acımasız benliğin.
Ne zaman bozuldu aramızdaki eşitlik? Ne zaman farkına vardım ya da ben? Oysa üniversite sıralarında oturan masum arkadaşlığımız hâlâ zihnimde bir fotoğraf karesi gibi duruyor. Birbirimizden borç aldığımız ay sonları, okulun açılacağı zamanı çekip durduğumuz tatil dönemleri, yediğimiz içtiğimiz eğlenceli anlarımız, rengarenk bir uçurtmanın kuyruğu gibi aklımdaki fotoğrafa asılı duruyor. Berrak gökyüzümde yüzüyor durmadan. Şimdi ise bir yabancı gibi gözlerimi kaçırıyorum senden. Bu durumun tek suçlusu sen iken.
“Hâlâ aynı yerde misin, ismi de hafızamda kalmamış. Çok affedersin. Ne şirketi idi?” diyorsun. Zoraki,
“Evet aynı yerdeyim.” diye cevap veriyorum.
“Biraz farklı işlerimi kovalasan?”
“Şaka yapıyorsun herhalde. Ben beynimdeki uçurtmanın kuyruğunu kovalıyorum.”
“Vah vah!”
Bunu gizli söylediğimi sanmıştım. Ama doğru söylüyorsun. Benim ne işim var ki burada, ne işim var?
Şirkete iki gün önce gelen davetiye beliriyor gözlerimin önünde. Bu özel davete katılayım diye ben ısrar etmiştim ya. Ayın yılın başında bir istekte bulunmuştum hani, kırmamışlardı ya beni.
Sen ise her zamanki gibi çalıştığın şirketin A takımının başında ışıl ışıl parlayan özgüvenli duruşun, asaletin, görgün ve bu ortama yakışan tavrınla fark yaratıyorsun. Yeni sorunla duygularım bölünüyor.
“Sahi evlilik, nişan işlerin vardı senin. Ne oldu, evlenebildin mi tatlım?”
Beynimi kurcalıyorum. Ben bunları ne zaman söylemiş olabilirim ki sana? Dalga mı geçiyorsun yoksa? Sonra aklım olaya el koyuyor. Birkaç ay önce son model arabandan inerken, Kadıköy'de karşılaştığımızı hatırlıyorum. Ortak bir tanıdıktan, nişanlından ayrıldığını duymuştum. Böyle bir yalanla, en azından aramızdaki bir rekabeti kazanmak istemiştim. Oysa şimdi, benim canım yanıyordu.
“Yok, henüz evlenmedim. Şey yani evlenmedik.”
“Anlıyorum. Bu işler için acele etmelisin. Gerçi beni ilgilendirmez, yine de sen bilirsin.”
Sen… Sen ailelerimizin gönderdiği harçlıklar yetmediğinde borç para aldığım ya da verdiğim kişi misin? Yıllarca birbirimize dayanak olduğumuz, güldüğümüz, ağladığımız, sıkıntılarımızı paylaştığımız yurt ortamı geliyor aklıma. Daha çok üşüyor ve kabulleniyorum. Biz artık o samimi, yakın arkadaşlar değiliz.
Biz kimiz o hâlde?
Kılıktan kılığa giren kızlara öfkelendiğimiz, aldırmadığımız günler. Saflığımızın geldiği son noktadan dönemediğimiz, bisküvilere yaydığımız diş macunları ile bir nisan şakalarına dönüşen tatlı espriler ve tuzağımıza düşenlerin çaresizliği.
“Biz neymişiz be!” dediğimiz anların çemberi sarıyor bir anda etrafımı. Ve hayatın ördüğü ağların karmaşıklığı yolları geride bırakırken, bir tiyatro sahnesi beliriyor. Siyaha boyanmış yüzün. Bize prova izni vermeyen kahkahalar kısıyor sesini. Ne anlatıyorsun, anlamıyorum. Kendime engel olamıyor, katıla katıla gülmeye başlıyorum. Ne özene bezene hazırlanışın kalıyor ne de göz alıcı hâlin. Ne gümüş renkli kazağın ne de görkemin. Bozuluyorsun.
“Komik bir şey mi söyledim ben?”
Yüzümü düzeltmeye ve ciddi bir forma sokmaya çalışırken, pot kırdığımı fark ediyorum.
“Ne demiştin?”
“Annen hayatta mı demiştim?”
“Şekerini dengeye getiremedik. Ama genel anlamda iyi sayılır.” diyorum. “Aklıma okuldaki tiyatro etkinliğimiz geldi de ona güldüm.” Yine ağzım kulaklarımda. Belki o günleri birlikte yakalarız uçurtmanın bir ucundan. Tavrını, bakışlarını incelttiğin gibi salıyorsun üstüme.
“Ben anlattığın o kişi değilim artık! Konuşmalarına ve üslubuna dikkat et. Bir bahçıvanın elini kanatan dikenden farkın yok. Burada, birlikte ne işimiz var anlayamadım zaten. Umarım bir daha karşılaşmayız.”
Acımasız bir kartalın hücum ettiği av misali duruveriyorum sözlerinle. Donuyorum. Üşüyorum son kez. Yaz bitmiş, kara kış artık iklimimiz. Demek yollar ayrılınca, dönüş yolları unutulabiliyormuş. Hayat herkesi sağa sola savuran bir rüzgâr olmakla görevliymiş ve dünya geçici anları biriktiren bir kumbaradan öte değilmiş. Sen ise bıraktığım sen değilmişsin. Küçücük bir nokta bile kalmamış bizden. Öfken bunları haber veriyor. Kendime geldiğimde, çoktan başkalarıyla koyu bir sohbete dalmıştın.
“Bir bakar mısın?” diyorum. Bakışlarındaki anlamı çözebiliyorum artık. “Umarım, umarım bir daha karşılaşmayız. Umarım, kader bizi bir daha bir araya getirmez. Sen geçmişi silebilirsin, ben tekrar yazacağım. Sen unutabilirsin, ben daima hatırlayacağım. Sen görmeyebilirsin, ben göreceğim. Sen sevmeyebilir, utanabilir, gizleyebilirsin. Ben birlikte geçen anlarımızı, anılarımızı yaşatacağım eski dostum. Geçmişi yüzüstü bırakmayacağım.”
Arkamı dönüp uzaklaşıyorum oradan. Yüreğimin üşüdüğü, soğuk bir kış gecesinde.
Asanatlar "şiirden sinemaya" 
