Kentin Paranoyak Bulvarı

İSMAİL OKUTAN Kentin Paranoyak Bulvarı |ÖYKÜ|

İSMAİL OKUTAN
Kentin Paranoyak Bulvarı |ÖYKÜ|
 
Yine melankolik bir zaman akşamında, mekanik bir halde, yüreğime bir isyan gülünü alarak dolaşıyorum kentin kalbinde. Kayıtsızlık ve sorumsuzluğa karşı bir başkaldırı iliklenmiş duygularıma. İçimde çağın karmaşasına son vermek, günahkâr çağı kalbinden vurmak ve iyiliğin çağrısına cevap vermek için bir sefer hazırlığı var. Heybem kelime dolu. Kelimelerimi, hareketlerimi özene bezene seçiyorum. En etkili, en vurucu, en can alıcı cümlelerimi kuruyorum. En güzel şekilde hareket ediyorum. Hayatın tüm olumsuzluklarına rağmen asil bir duruş sergileme kaygısı kaplıyor bedenimi. Omuzlarımda ihtiyar bir çınardan bana geçen sorumluluk ve onun ağırlığı kadar yük taşıdığımı hissederek yürüyorum. Yılların yorgunluğu ayaklarıma bir dinginlik katıyor.
 
Sonsuzluğa doğru koştuğumu varsayarak ilerliyorum. Adımlarımın menzili ne kadar belliyse, beynimin menzili o kadar belirsiz, belki de sonsuz demeliydim buna. Adamlarım ise adımlarımı takip ederek yürüyorlar peşimden. Kentin koyununda atarken adımlarımı, kendimi etrafta bulunan şehvetperest bakışlardan, pervasız riyadan, abartılmış gösterişten ve süslü müşrik tutumlarından koruyarak yürüyorum.
Kentin Paranoyak Bulvarı
Yürüyorum, her adımda hızımı ve ona olan özlemimi daha da artırarak yürüyorum, bu paranoyak bulvarda. Tuhaf ve bir o kadar baskıcı, şüpheci bir hava var etrafta. Kendimi bu beldeye ait hissetmiyorum. Gerçekten de kaldırımlar beni yabancı biri olarak karşılıyor. Yüzüme hiç bakmıyor süslü vitrinler. Hâlbuki ki ben, ‘‘bu kenti ensesinden tutsam, aşkın içine atsam, yüreğini yıkasam ve yarıp içini aşk nuruyla doldursam diye düşler kurarak, gülüşlerimi saklayarak yürüyorum. Kalenderler, rençperler, emektarlar, garibanlar, arifler, aşk sahipleri ve de eli nasırlı olan insanlardan ürküyordu şehir. Belki de onlar eğrelti duruyordu kentin sokaklarında.
Kentin Paranoyak Bulvarı
Ağır ve yoğun akşam hüzünleriydi bedenime hükmedip beni hülya hülya dolaştıran, bu hüzünler nerden doğup içime girmişti, niye böyle yoğundu, niye benim içimde yuva kurmuşlardı ve niye beni teslim almışlardı, niye duygularıma hükmediyorlardı? Şehir neredeydi, sevinç nerde mesken tutmuştu, niye benden kaçmıştı? Ama hüzün nerden gelirse gelsin hiç önemli değildi, önemli olan benim içimde yer etmesiydi. Önemli olan benim yüreğimde karşılık bulmasıydı. Benim kalbimi belli bir olgunluğa erdirmesiydi önemli olan. Sevinçler kimin içinde yer tutarsa tutsun hiç önemli değildi. Önemli olan zaten buralara ait olmayan, insanı şımartan, baştan çıkartan, sorumluluklarını unutturup hafif meşrep yapan bu duygunun benden uzak olmasıydı.
Kentin Paranoyak Bulvarı
Bu yüzden sevincin benden uzak olmasına sevindim. Hüznün içimde olmasına sevindim. Aslında benim istediğim hüzün karışmış sevinç ya da ayağı yere basan, düşünen bir sevinçti. İnanıyordum ki bu hüzün beni aşkın meyvesi olan acılarla, sızılarla tanıştıracaktı. İnanıyordum ki zulmün kartalı olan feryatları duymamı sağlayacaktı. İnanıyordum ki bütün yalnız kalmış karanfilleri, susuz kalmış toprakları, kanla sulanmak istenen fidanları görmemi, bütün ruhu öldürülmüş, işgal edilmiş kentleri, kirletilmiş bedenleri, iğfal edilmiş beldeleri,  iğdiş zihinleri görmemi sağlayacaktı.
Kentin Paranoyak Bulvarı
Fiyakalı, taze delikanlılar caka satarak akranlarına üstünlük kurmaya çalışıyorlar, kızlara yetişip güzel görünme telaşıyla, hızlıca yürüyüp bana çarparak geçiyorlar yanımdan, bir anda olduğum yerde sendeleyip tekrar doğrulup istikametimi düzeltiyorum. İçimde karartılmış bir duygu; belli belirsiz bir şey işte, umut mu diyeyim, yoksa kararsızlık mı bilemiyorum? Doğrusu nasıl bir isim vereceğimi de bilemiyorum, ama böyle duyguların sonunda insanın içine bir kasvet çöktüğünü çok iyi biliyorum. Yoksa bu karartılmış bir gün mevsimi miydi? Oysaki ben aydınlanmış bir gül mevsimini düşlüyordum. Hayatın tüm can damarları kopartılmış mıydı? Bulvarın ışıkları söndürülmüş müydü? İmansızlaştırılmış bir şehir mi, yoksa ben mi karanlık görüyordum? İnsansızlaştıırlmış bir şehir mi, yoksa terkedilmiş miydi?
 
Ortada bir gariplik vardı, bu muhakkaktı. Böğrüme saplanmış acılar vardı, bıçak yarasından daha derin yaralar vardı kalbimde. Kim tarafından atıldığı belli olmayan oklar saplanıp duruyordu bedenime. Saçlarımda kırağı, içimde yağmur pınarları, gözlerimde gözyaşı yağmuru ve ben dimdik yürüme inadından vazgeçmeyip, dosdoğru bir yolda olduğuma iman edip devam ediyordum asil yürüyüşüme. Kente mi yoksa bana mı ait olduğu belli olmayan haykırış, yalvarma ve feryatlar arasında yoluma revan oluyorum. Ruhumun en dakik duyguları kanatıyordu yüreğimi. Kendimi kaybetmiş biri değildim ama nereye gittiğini bilmeden yürürken aslında kayıp kenti, yitik özgürlüğü aradığımı hatırladım. Tutsak özgürlüğün, yitik baharın bir yerde beni beklediğini, bana söz verdiğini, mutlaka sözünde duracağını hatırladım sevinçle. Bir gün mutlaka bir ışığa, o ışığın rehberliğinde bahara ulaşacağıma dair olan inancımı zerrece kaybetmeden yürüdüm. Neden sonra aslında tüm benliğimle kayıp hislerimi aradığımı hatırladım. Daha doğrusu hislerimi kaybettiğimi yeni anlamıştım. İnsanlığın başına bela olmuş bir virüsün hislerimi elimden aldığını anladım.
 
Yürürken önümde bir sinema perdesi açılmıştı; onu seyre dalarak nereye vardığımı fark etmeden zevkle yol alıyordum. Hayatın arka bahçesine gömülü kalan varoş çocuklarının özgürlük feryatları kulaklarımı doldurarak beynimde uğultular meydana getiriyordu. Siyah Afrika’nın beyaz çığlıkları duygularımı yaralayıp yüreğimde kasırgalar koparıyordu. Savaşlarla birlikte yeniden hortlayan ortaçağ cehaletinin karanlığında, modernitenin barbarlığında, çaresizliğin ortasında kalakalan ihtiyar anaların figanı karnıma bir kurşun gibi saplanıp duruyordu.
 
İçimde müthiş bir acı vardı ama bu acı bana eziyet etmiyordu. Bu acıdan müthiş tatlar alıyordum işte. Kentin kıyısında kalarak ama hayatın içinden hayata doğru uzun bir yürüyüşe çıkmıştım. Kentin bu paranoyak bulvarında her şey bana yabancı geliyordu. Ben mi buraya ait değildim yoksa bu kent mi hayata ait değildi. Hiçbir şey bana tanıdık gelmiyordu. Hiçbir şey ruhuma hitap etmiyordu. Ruhumu doyuracak bir şey bulamıyordum bu müşrik şehirde. Bir yabancılık duygusu siniyordu elbiselerime. Yakamı elinden kurtaramadığım bir yalnızlık duygusu esir alıyordu beni. İçinde bulunduğum anı reddederek geçmişi yaşamak istiyordum.
 
Kuşların özgürlük dolu sesleri, çocukların umut dolu bağrışmaları, anaların yaşama dair sevgi dolu konuşmaları, sevdasına bağlı az sayıdaki nazik insanın sanatlı yaşayışı beni hayatın içine doğru çekiyordu ama bir kere benim gözlerim geçmişe takılıp kalmıştı. İşyerlerinin açılıp kapanan gıcırtılı kepenk sesleri, insanların yapmacık davranışları, menfaate odaklanmış günübirlik ilişkiler, vızır vızır sinekler gibi etrafta uçuşan arabaların kirli uğultuları içimde yankılanıyordu, orada duvardan duvara sıçrayıp beynime ulaşıyordu, beynimde üst üste kavisler oluşturup çekilmez bir yük haline geliyordu. Beni yeniden kentin esrik bulvarından uzaklaştırıp hayata, gerçek hayata doğru itiyordu, sevdaya yaklaştırıyordu. İyice abartılmış şirkten kaçıyordum
 
Herkesin hayatından memnun olduğu bu kentte, bunca anlamsızlığın içinde kendi konumumu düşündüm, bu durumu nasıl yorumlamalıydım, hafızamı zorladım. Hayır, bu gerçek bir durum olamazdı. İnsan insanın kurdu olamazlardı. İnsan insanın umudu olmalıydı. Aynı yerde oldukları halde birbirlerinden fersah fersah uzak olamazlardı. Üç kuruşluk dünya menfaati için sahte ilahların önünde eğilip etek öpemezlerdi. Dünya bu kadar yalın bir biçimde anlamsızlığa teslim olamazdı. Yoksa bu aydınlığın içine gizlenmiş bir parça karanlık mıydı? Gündüzün kalbine girmiş geceden bir cüz müydü? Güzelliklerin içine saklanmış çirkinlikten bir parça mıydı? Yoksa hepsi koca bir yalan mıydı? Yitip giden bir atımlık düşün peşinde miydim?
 
Ne olursa olsun bu kutsal yürüyüşümü tamamlamalıydım. Kente, bulvara, hayata, savaşa açlığa, çığlığa, en önemlisi de kendime, kendi anlamsızlığıma bir anlam vermeliydim. Bir an önce açıklamalıydım beynimdeki çelişkileri. Yoksa çıldıracaktım bu materyalist kentin paranoyak bulvarında. Yoksa hep acıların, hüzünlerin emzirdiği bu gecede hep esrik, hep ezik mi duracaktım. Herkes keyfe mayeşa yaşarken, zevkine zevk katarken, ben her dem taze yolculuklara gebe biri olarak aşka hicret edecektim. Ben böyle düşünmeye mecbur muydum? Yüreğimin abislerinde tırnaklarımla kuyu kazıyıp yeryüzünde aşksız, susuz dolaşanlara taze hayat iksirini içirtmek zorunda mıydım?         
 
Kafamdaki ifrit soruların etkisiyle nereye doğru yürüdüğümü bilmezken, birden bire sağdan soldan çıkan ışık huzmeleriyle kendime geldim. Tekrar silkinip kendime döndüm. ‘‘Ben de varım, bu hayatta ben de varım, değişmez denen şeyleri değiştirmeye, başkalaşanları yeniden gerçeğe döndürmeye ben de varım, Yeryüzünde sevda güvenliğini sağlayan aşkı olmayanlara yeniden aşk vermeye ben de varım. Kentin sadece sokaklarını değil ruhunu da doyurmaya, sadece ana caddelerini değil en ücra noktasına kadar virüsten temizle.meye ben de varım.’’ dedim
 
Virüslü zihinleri temizlemeden bulvarları, caddeleri, vücutları temizlemenin bir anlamı kalmıyordu. Hayat ancak virüslü beyinler temizlendikten sonra anlam kazanabilirdi. Paranoyak bulvarın sadece vitrinlerini değil arka köşelerini de aşkla süslemeye ben de varım. Kentin okullarını aşkla doldurmaya, ruhla doldurmaya, heyecanla doldurmaya, sevgi ve imanla doldurmaya ben de varım. ‘‘Sadece elbiselerin ve bedenlerin maddi temizliğine, süsüne önem veren, sadece midelerini doyurmaya çalışan insanların kalbini de, ruhunu da doyurmak, süslemek gerekir,’’ diye düşündüm.  
 
Ben hiç akıllanmayacağımı biliyordum. Bu yürüyüşten, bu sevda inadından hiç bir zaman vazgeçmeyeceğimi de biliyordum. Kentin paranoyak bulvarının en aşksız ve en sevgisiz sokaklarında yürürken bile bir gün mutlaka bir yerde bahara ulaşacağıma olan inancım tamdı. Bahar, beni saadete ve mutluluğa götüreceğine dair söz vermişti. İşte buydu; aşktan da öte bir tutkuyla, bahar özlemiyle, nerde biteceği belli olmayan bir yolculuğa devam etmemin nedeni. Ben baharın ve bahar kokularının, sevdanın ve sevda nehirlerinin peşindeydim. Ben kentin paranoyak bulvarlarını da adam etmeye yemin etmiştim.
 
Nihayet tüm korkularımı, heyecanlarımı, şüphelerimi, aklımı başımdan alan sorularımı yendim, sorunlarımı, düğümlerimi çözdüm. Büyük bir umutla sevdamı ve aşkımı avucuma alıp ruhuma saadet ve mutluluğun nefesini doldurup durdum.
 
‘‘Bu kentin içinde ben de varım, bu var olma mücadelesinin içinde, bu caddenin başında ben de varım’’ diye bağırdım. Virüs zihnime bulaşmadı ve ben sağlıklı düşünebiliyorum işte.
 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir