İSMAİL OKUTAN
Zamana Atılmış Paslı Kilit |ÖYKÜ|
Hızla yol alan minibüs asfalttan toprak yola girerek kargaşadan sükûnete giden bir mevsime gidiyordu. Soğuk ve duygusuz betondan yeşil duygulu dağlara, mavi göklere doğru yol alıyordu. Buğulanmış camdan kâh yüksek dağları, kâh engin ovaları seyrederek gidiyordu. Buğu geliyordu yavaş yavaş camdan içeriye. Köye yaklaştıkça içindeki kıpırtılarla eski arabadaki çıngırtılar iç içe giriyordu. Sıcakla mukavemetten yükselen buhar ile doluydu zaman. Yıllardır acısını çektiği hasret yüreğini yakıyordu. Nasıl olduysa bugün buraya savurmuştu onu hasret rüzgârı. Her şeyin çürüyüp yok olduğu ayrılık mevsimi, kırılgan kalbi için vuslat mevsimi olacaktı. Mahmur gözlerle arabadan indi, özlediği havayı ciğerlerine nasıl çektiğini, nasıl hasret giderdiğini bilemedi, doğduğu toprakları ne kadar çok özlediğini şimdi anlamıştı.
Zihninde beliren ışıklar kendisine yol gösterirken onları gördü. Gözlerine inanamadı. Babasıyla annesi yaşlı ağacın altında duruyorlar, ona bakıyorlardı. Hayalleri gitmiyordu gözlerinin önünden. Yüreği donacak, kanı duracak gibi oldu. Onlara doğru yürürken her biri bir Anka kuşu oldu ve uçup gittiler. Yapraklar kımıldarken üzerine çocukluğunun ruhu serpilen uysal dağ hırçınlaştı sanki. Bir volkan patlaması mı oluyordu neydi, bilemedi işte? Sonra annesinin sesine benzeyen bir sesle irkildi. Üzerine bir kova su boca edilmiş gibi her yerini sardı, tepeden tırnağa sarsıldı. O çıplak ve delişmen duyguların zırhı olmasaydı ne yapardı bilmiyordu?
“Neredesin” dedi o ses. “Neredesin oğlum, seni bekliyorduk, neden gelmiyorsun yanımıza?”
“Geldim işte” dedi içinden bir ses. “Geldim işte anne, nasıl çırpınıyorum, nasıl arzuluyorum seni görmeyi, bir bilsen! Nasıl da taze bir hasretle, sıcacık duygularla arıyorum seni. Beni kollarına aldın mı yanaklarım al al olur, gamzeli bir sevinç dolardı içime.”
Onların yadigârı yaşlı Kayısı ağacının yaprakları arasından süzülen ışığın altında oturdu. Ne kadar çok özlemişti onları şimdi daha iyi anlıyordu. Hatırladıkça içi gidiyor, genişliyor ve göğe açılıyordu. Akşamüstünün hüzünlü havasında kanat çırpan üzgün kuşlar sardı etrafını. Ötelerden bir ses gelip içine yerleşti. Derenin içinden uçup gelen kanadı kırık bir serçe ağacın dalına kondu, onu takip eden başka bir serçe daha aynı dala kondu. Birbirleriyle konuşuyorlardı. Ağacın altından kalkıp tepeye çıktı. Büyük kayanın dibinde gölgelik bir yerde oturdu. Hayranlıkla onları seyre daldı. O kadar güzeldiler ki gül kırmızısı parlak gözleri, allı pullu ayakları, çizgili mavi, gümüş tüyleri, kısa ve beyaz gagaları ile çekim merkezi oluyorlardı.
Kadim zamanlardan çıkıp gelmiş garip bir meczup kuşlara seslendi: “Bu adama bakın,” dedi, “bu adama, bu adam sizin için kalkıp geldi ülkenin öbür ucundan, boş değil bu adam, sizin hasretinizle dolu” dedi. “On yıl önce burada bıraktığı evini, yuvasını unutmamış, yerinde duruyor mu, diye görmeye gelmiş,” dedi
Serçelerden biri anlamış gibi bir tavırla kafasını sallayıp o billur sesiyle konuştu,
“Dünya” dedi. “Dünya bir gün biter, bilgileri de. Sonra söz kalbe geçer. İnsan kalbiyle yaşar, kalbiyle ölür, kalbin en önemli özelliği akrabalara ve eski dostlara vefa göstermektir,” dedi bilgiç bir tavırla.
“Umut taşıyor sesim sen hüzne değil umuda bak, üzülme” dedi. “Bak” dedi, “güneş yükseliyor, saracak bütün yaralarını,” dedi mahcup bir ruhla.
Yaralı serçe kanatlarını indirip başını eğdi, bir şey ister gibi bakıyor ve dinliyordu. Kara gözlerinde bir ışık parlıyordu. Konuşan serçe ise tüylerini kabartıp başını uzatıp onun kanatları arasında gagasını gezdirdi. Onu seviyor, merhametle tüylerini okşuyor, yaralı kanadını iyileştirmek istiyordu sanki.
Bozkırın ıssızlığında kendini yalnızlığa ve ıstıraba batmış bir halde buldu. Yavaş yavaş siyahlaşan bulutlar yalnızlığını bitirdiklerinde zamana hükmetmek istercesine serçelerin peşinden koşmak, hatta uçmak istiyordu. Zihnin derinliklerinde uçuşa geçmişti bile. Bir kayanın dibinde oynaşırlarken gördü onları. Yorulmuşlar ve gagalarını yıkayıp su içiyorlardı.
Kayaların dibinden kopup gelen soğuk ırmağın başında oturdu. Irmak çırpınıyordu okyanuslara kavuşmak için. Barajı doldurup önüne kurulan setleri aşıp akıyordu delice. Çırpına çırpına akıp sonunda kendi yatağına kavuşuyor, oradan denize ulaşıyordu. Huzura ve sükûnete erip sakinleşiyor, durgunlaşıyordu. Ayakları toprağa bastığında ellerini yere koyup yavaş yavaş suya dokunmak için uzandı. Serçeler keskin bir sevgi ile ona bakıyorlardı. Suyun kıyısına geldi, etraftaki dikenleri, taşları temizledi, ayakkabılarını çıkardı, çoraplarını sıyırdı ve ayaklarını suya daldırdı. Ayaklarını buz gibi soğuk suyun içinde sallarken çağıldayarak ve köpürerek akan ırmak içine doluyordu fakat yine de içine sızan acıları dindiremiyordu.
Bulutlar iyice siyahlaşıp koyulaştılar, birdenbire kapanan hava yarım geceye dönüştü ve tüm aşkını aşkla sundu yıldızlara. Tekrar beyaza bürünen bulutların ardından, mavi giysilerin içinde dolunay görünüyordu. Dolunay yarım kalmış geceyi tamamlamaya çalışıyordu sanki. Gülümseyerek akıyordu gözlerine. Rengini göklerin maviliğinden almış bir aşkla bakarken gözleri, dudaklarından dökülen kutlu sözleri yüreğinde tutuyordu zaman. Peşine takıldığı hayaller ve serçeler onu geceleyin dolunaya doğru götürüyor, dolunay ise gecenin karanlığını dağıtıyordu. Güvercinler gülücükler dağıtarak kalbine konuyorlar, gözlerinin içine zehir gibi bir sevgi bırakıyorlardı.
“Gece” dedi içinde bir ses: “Gece neyin yuvasıdır, gecenin yuvası neresidir? İnanıyorum ki öksüz zamanların yuvasıdır gece.
Gece en koyu, en kara haline bürünmüştü. İçine korku saldığında ayağa kalkıp sahipsiz ve ıssız kalan evine doğru yürüdü. Kapıya vurulmuş kilit paslanmıştı, cebinden anahtarını çıkarıp açtı. Zamana vurulmuştu sanki paslı kilit. Aslına bakarsanız zamana hiçbir kilit, hiçbir perçin vurulamazdı.
Tanıdık bir yüz görmek umuduyla adım attı eşikten içeriye. İçini yansıtan bir hava vardı: Hüzün. Annesi ile babasının ruhları eve hapsedilmişti sanki. Ayağını bastığı tahta zeminde gıcırtı sesleri gelince durdu. Sesler de kesildi. Bir anda her şey durdu sanki. Zaman durdu, kalbi durdu, her şey donup kaldı. Sessizliğin gürültüsü müydü gelen? Kestiremedi. Bir kasvet kapladı içini. Yüreği burkuldu. Bir adım daha atıp annesin yemek pişirdiği odaya yöneldi. Arka odadan gelen bu ses de neydi? Kapıyı aralarken kalbini kanatan, içini harap eden bir duyguyla tanıştı. Heder olmuş yılları, beyhude ömrü geldi gözlerinin önüne. Ses gittikçe yaklaşıyordu. Duvarlardan mı yoksa tavandan mı geliyordu? Ardından yürüdü ve baktı, teldolabının açık kalan kapağından gıcırdama sesleri geliyordu.
“On yılda harabeye dönmüş burası,” dedi içindeki o dokunaklı ses. Duyguları da öyleydi aslında. Ayakta durup içeriyi dinledi, kendini dinledi.
Beyaz örtüsüyle, nur haliyle babaannesi çıkacak sandı karşısına. Onun özlemi bedenini sarstı, ilham perileri kollarıyla sıkıca sardılar. Şimdi içini kaplayan korku dağıldı, korkudan korkmuyordu artık. En son, annesini ve babasını burada bırakıp gitmişti. İçeriye girince tedirginlik üzerinden kalktı, içine yavaş yavaş dolan şüphe kırıntıları kulağına fısıldayıp arka pencereden çıktılar
Kadim zamanlara ait meczup seslendi: “Bozgundan sonra insan sessizliğe bürünür ama sen mücadeleyi seçtin, ne güzel yaptın böyle, insana yakışan dostluk ve vefadır.” diyordu.
Sıcak nefesi yüzüne çarptı. Her nefesi yüreğine işlerken içi şüphe ile dolup taştı. Şüpheler ve düşler evine çevirdi içini. Başını çevirip pencereden dolunaya baktı. Hala aynı yerde duruyordu.
Bu kez iştiyakla cevap verdi: “Ne güzel günlerdi o günler; yaşadığımız mutlulukları ve dostlukları yakıp, komşulukları yalnız bırakıp terk ettik topraklarımızı, hayır buraları terk eden ben değilim, ben değilim. Bu özge bahçeyi, bu beldeyi, bu köyü terk etmedim. Ben kendimi terk ettim, kendimden uzaklaştım. Oysaki kuşlar öyle mi? Terk etmiyorlar hiçbir yuvayı.” Geçmişi kırgın ve kızgındı bu yüzden. Hep o derin susayışta, hep o acıklı susuştaydı hasreti.
Pencereden dışarıya baktı. Ağaçların arasından gurbetin kokusu geliyordu. Yalnızlığı taşıyan kasvetli bir zamanın içine giriyordu. Dışarı çıktı. Dolunayın şavkına takıldı ve karanlıktan sızan bir ışık huzmesini takip etti. Hüzünden bir ümit doğmuştu içine. Birden gök kapıları açıldı ve yere döküldü yıldızlar. Dolunayın altında tek başına duruyordu. Gurbeti buydu. Sılası olmayan bir gurbeti yaşıyordu. Altın kafesi kabul etmeyip “hep memleketim,” diye öten kanaryalar gibiydi. Dünyayı, içindeki nimetleri kabul etmiyordu. Gerçek sıla dünyada olmazdı. Gurbetin, hüznün ve sürgünün yurdudur dünya. “Bu gurbet bitmesin, yalnızlık duyguları hep yaşansın, yıldızlar çıkmasın içimden,” dedi alçak bir sesle.
Yıllar önce sıcak ve müşfik yürekli topraklarını bırakıp yüreği taşlaşmış, yüzü bronzlaşmış bacakları çarpık bir şehre gidip esir olmuştu ya bu sürgünüydü işte. Maşuku terk edip masivaya sarılmıştı ya bu da gurbetiydi. Yıldızlarla paylaşıyordu derdini. İnatlı, inançlı, ısrarlı ve esrarlı bir el yordamıyla yol açtı kendine karanlıkta. Gökyüzüne çıkmaktı niyeti yeğin bir istekle. Yüzünü maddeden çevirip hakikat yurduna, kendi yuvasına doğru yürüdü. Şimdi hakikate karışma zamanıydı.
Yürürken yine onları gördü, yaklaştıkça kayboldular. Nereye gitseler tanırdı. Yine o iki serçeydi bunlar. Bakıp bakıp fısıldaştılar. İçine sevgi doldurarak, maviliklerle dans ederek uçmaya, bulutları geride bırakarak, onu yalnızlığa gömerek, yıldızları yere yağdırarak uçtular. Nereye gittiklerini hiç merak etmiyordu. Yüreği onlarla birlikteydi. Yuvalarını yanlarına alıp uçuyorlardı.
Çağıldayan bir su sesi duyuldu. Kalkıp o tarafa doğru yürüdü, çocukluğunun o gürül gürül akan deresi cılız akıyordu şimdi. Çağlar ötesinden çağlayan bir ırmak olmuştu şimdi duyguları. Oturup bir yudum su içti. Serinledi.
Terk ettiğimiz çocukluğumuzda bulunan hiçbir renk, asıl ve gerçek rengi olarak görünmeyecek hiçbir zaman. Kalbi kaç yerden yaralıydı, kaç yerden yamalıydı, bilemedi? “Hasretimin harelendiği, üzerlik kokusuyla büyülendiği evimizde yeniden seninle oturmak, yüzünü görmeyi çok istiyorum anne,” dedi içinden bir ses.