DAVUT ÇAKIR
Kuyucaklı Yusuf: Sur Harabesi Üzerinde Yetişen Yabani İncir
Kuyucaklı Yusuf, Türk Edebiyatında ‘memleket edebiyatı’ hareketinin Cumhuriyet devrindeki ilk başarılı örneği sayılır. Roman 1931-1932 yılları arasında yazılmış ve Yeni Anadolu gazetesinde tefrika edilmeye başlanmıştır. Ancak Sabahattin Ali ile gazete sahibi Cemal Kutay arasında telif konusunda bir sıkıntı yaşanmış ve gazete sahibi telifi ödemeyince yazar tefrikayı kesmiştir. Yaşanan bu tartışmanın ardından Cemal Kutay ve Emin Soysal, okuduğu bir şiirde Atatürk’e hakaret ettiği gerekçesiyle Sabahattin Ali’yi ihbar etmişler; bu suçla yargılanan Sabahattin Ali bir yıl hapis cezasından sonra, Cumhuriyetin onuncu yılı sebebiyle gelen genel afla serbest kalana kadar, Konya ve Sinop cezaevlerinde yatmıştır. Roman daha sonra 1936’da Tan gazetesinde tefrika edilmiş ve 1937’de kitaplaştırılmıştır.
Nazilli’nin Kuyucak köyünde doğmuş Yusuf’un ana babasını eşkıyalar öldürmüştür. Küçük yaştaki Yusuf’u kaymakam Selahattin Bey evlatlık alır. Dokuz yaşındaki Yusuf İle kaymakamın üç yaşındaki kızı Muazzez arasında dile dökülmemiş bir yakınlık doğar. Selahattin Bey’in karısı Şahinde geçimsiz, hırçın bir kadındır. Kaymakam evindeki hayattan kaçabilmek için, yeni atandığı Edremit’te içki ve kumar meclislerine devam eder.
Şimdi aradan on yıl geçmiştir. Fabrikatör oğlu, kasabanın bıçkın delikanlılarından Şakir, bir bayram yerinde, salıncağa binen Muazzez’e çirkin davranışlarda bulununca Yusuf’tan dayak yer. Yusuf’tan intikam almak isteyen Şakir, zeytinlikte işçi olarak çalıştırdığı Kübra ve annesi aracılığıyla Yusuf’a tuzak hazırlar. Şakir babasını da kandırarak Muazzezle evlenmeye karar verir. Kumarda fabrikatöre ödeyemeyeceği kadar borçlanan Selahattin Bey kızının Şakir’le evlenmesine boyun eğmek zorundadır. Yusuf arkadaşı Ali’den borç alır. Ali de Muazzezi sevmektedir.
Yusuf duygularını gizler. Muazzez de Yusuf’u sevdiğini nihayet söyler. Yusuf genç kızdan büsbütün uzaklaşır. Bir düğünde Şakir havaya silah sıkarken Ali’yi öldürür. Olay örtbas edilir. Selahattin Bey artık yaşlanmış, yarı hasta yaşamaktadır. Şahinde Şakir’le anlaşarak kızının fabrikatör ailesine gelin gitmesini düzenler. Yusuf düğün günü Muazzezi kaçırır. Kaymakam onları geri getirerek evlendirir. Yusuf tahrirat katibi olmuştur. Ama bu dingin ortam uzun sürmeyecek, Selahattin Bey kalpten ölecektir.
Yeni kaymakam İzzet Bey, eşrafla, özellikle Şakir’le dostluklar kurar. İşret’e düşkün İzzet’in dadandığı evlerden biri de Şahinde’ninkidir. Yusuf süvari tahsildarı olmuş, köy köy dolaşmakta; Şahinde’nin evinde her gece içkili, çalgılı eğlenceler düzenlenmektedir. Muazzez İçkiye alıştırılır. Giderek bu tuhaf hayatın içinde söner. Bir gece evi basan Yusuf, meclisteki erkekleri elinde kamçıyla kamçılar. Şakir yüzü kamçılanmış İzzet Bey’in onurunu korumak adına silahına sarılır. Yusuf da ateş eder. Lamba devrilmiş, her yer kararmıştır. Rasgele ateş eden Yusuf, bir zaman sonra bütün seslerin kesildiğini ayırt eder. Bir tek ağır yaralı Muazzez sağ kalmıştır. Yusuf karısını Balıkesir’e götürmek ister. At sırtındaki Muazzez sabaha karşı ölür. Yusuf karısını gömer ve atını artık dağlara sürer.
Kuyucaklı Yusuf bir yönüyle ‘tutunamayışın’ romanı olurken diğer yönüyle memleket edebiyatı akımının farklı ve yetkin bir klasiği konumunu koruyor. Yusuf, içinde bulunduğu çevreye alışamamış, düzene ayak uyduramamış bir tiptir. Ailesinin katledildiği köyden uzakta Edremit’te bir kaymakamın evlatlığıdır. Roman, Yusuf’un bu yabancılığı üzerine inşa edilir. Varoluşsal bir yalnızlık bekler Yusuf’u. Bu sırada arka plandaki manzara ise bize Sabahattin Ali farkını gösterir. Arka planda bütün gerçekçiliği ve acımasızlığı ile Anadolu vardır. Ancak bu fon silik bir biçimde değil, roman kişilerinin iç dünyalarının tasviri için önemli bir bütün olarak karşımıza çıkar. Yazar dönemindeki diğer yazarlar gibi Anadolu’yu Doğu-Batı ikileminde ele almamış, ona bürokrat gözüyle bakmak yerine eleştirel gözlemciğin hatta toplumcu gerçekçiliğin savunucusu olmuştur.
Edremit’e bir türlü alışamayan Yusuf bazen evde pencereden dağlara, bulutlara bakar, kasabada olup bitenler kendisine anlatılanlar karşısında hep kayıtsız kalır. Varoluşsal bir kayıtsızlığa benzer bu : “Yusuf bazen hafif bir tebessümle, bazen de ciddiyetle kaşlarını kaldırarak bunları dinler, fakat katiyen hayret eseri göstermezdi. Adeta bütün bu anlatılan şeyleri önceden biliyormuş gibi bir hali vardı. Dünyanın en meraklı ve hayret verecek hadisesi bile onun lakaytlığını izale edemeyecek gibiydi.”Sabahattin Ali Yusuf’un gelişimini şöyle ifade eder: “Böylece küçük Yusuf, bir sur harabesi üzerinde çıkan bir yabani incir ağacı gibi, biraz sıkıntılı ve şekilsiz, fakat serbest ve istediği gibi, büyüyor, gelişiyordu.”
Yazar gençlik yıllarını geçirdiği Edremit’i romanın merkezine koyar . Böylece bir Anadolu kasabasının ahvalini bütün çıplaklığıyla görürüz. İnsanlar arasındaki ilişkiler ve çeşitli kurumlar üzerine keskin tespitler yapar. Örneğin, evlilik kurumu hakkında şunları söyler:
‘’Bizim küçük Anadolu şehirlerimizde bu müzmin evlenme hastalığı daima hüküm sürmektedir. En kuvvetliler bile bir iki sene dayanabildikten sonra bu amansız mikroptan yakalarını kurtaramazlar ve kör gibi, Önlerine ilk çıkanla evleniverirler.’’
‘’Bereket versin, Anadolu'nun bu yalnız kendisine mahsus dertleri yanında bunların gene yalnız kendisine mahsus çareleri vardır. Bunlardan en birincisi "rakı"dır. Burada felaketzede memur içer; müflis tüccar içer; fena mahsul çıkaran eşraf içer, senelerden beri aynı köşede bırakıldığı için içerleyen zabit içer ve nihayet karısı ile geçinemeyen kaymakam içer…’’
Kasabada büyükler gibi gençler ve çocuklar da kendi aralarında sınıflara ayrılmıştır ve Anadolu’nun bu gerçeği romanda şu sözlerle anılır:
‘’…Burada çocukların büyük adamlar gibi, muhtelif sınıfları, muhtelif grupları vardı ve bu tasnifte büyüklerinkinden çok farklı esaslar gözetiliyordu…’’
Kasaba çocukları muhtelif gruplara ayrılmış (ağırbaşlı kabadayılar,terbiyeli ve kendi halinde olanlar,korkaklar vb.) kendi içlerinde bir nizam kurmuşlardır.Ara sıra bu gruplar arasında sürtüşme olsa da Yusuf bunlara dahil olmak istemez.Ancak daha sonra onu ağırbaşlı kabadayı olarak nitelendirebiliriz.
Nazım Hikmet’in şu dizesi gibi, ‘’topraktan öğrenip’’ kitapsız bilendir’’ Yusuf. Başta okula gider, ancak bu uzun sürmez; sıkar onu bu toplumsal kurum. Okulda öğretilenler "kıvır zıvır’’bilgilerdir Yusuf'a göre .Selahattin Bey, "Bu dünyada birçok şeyler bilmek lâzım!" dediğinde, "Sırası düştüğünde bilenlerden öğrenirim." yanıtını verir. Ona göre doğa bilgisidir işe yarayan, hocanın bildiği değil.
Modern bir tragedya ve soylu-vahşi tezahürü
Geldiği kasabaya ve onun ‘Tanrı’larına uyum sağlayamayan bir ‘tutunamayan’ olarak da görebiliriz Yusuf’u. G.Wicham, tragedyadan bahsederken: ‘’Eğer kurulu bir doğa veya töre yasasını biri-herhangi bir sebeple- bozarsa arkasından zorunlulukla bu karşı gelişin sonuçları doğacaktır, der ve ekler: ‘’…sonuç Tanrıların isteğidir.’’ Bu bağlamda Fethi Naci’nin de dediği gibi Kuyucaklı Yusuf, modern bir tragedyadır.
Nasıl ki Eski Yunan da bu güç tanrıların elindeydi, şimdi de bu tür bir güce sahip olan kasabanın eşraf ve mütegallibesidir. Kasabada sözü geçen en yüksek mercii burasıdır. Kasaba halkı bu ‘seçkin’lere bulaşıp da başlarına bela almamak için bütün haksızlıklarına ve kötülüklerine göz yumarlar. Öyle ki burjuvazinin kucağındaki bu efendilere ne jandarma karşı koyar ne de bir başkası.
Devlet de bunlara ses etmez, arka çıkar. Klasik bir Yeşilçam filmi karakteri gibi gelse de Fabrikatör Hilmi Bey’in oğlu ve çetesi adaleti satın alır. Bu burjuva takımına yalakalık eden bir kimse daha varsa o da Şahinde’nin şahsında tezahür eder. Süse, eğlenceye düşkün bu kadın ailesinin ve bilhassa kızının istikbalini böyle insanların eline atarken kendi vicdanını bir şekilde teselli etmeyi bilir.Bütün bunlardan habersiz olan Yusuf, kasabada hayatından bunalır ve romanda da sık işlendiği gibi tabiatla bir olur.
Berna Moran, Kuyucaklı Yusuf üzerine yaptığı bir incelemede J.J.Rousseau’nun ‘soylu-vahşi’ ikileminden bahseder. Rousseau Toplum Sözleşmesi ve İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri adlı kitaplarında temiz, bozulmamış, erdemli bir hayatın doğada var olduğunu ileri sürerek yapay duruma geçen insanların toplumsal bir düzen oluşturduklarını bunun sonucunda iş bölümü, zengin-yoksul gibi toplumsal sınıfların ortaya çıktığını ve insanlar arasındaki eşitliğin kalktığını, bireyin özgürlüğünü ve benliğini yitirdiğini belirtir.İnsan ancak özüne, yani doğaya dönerek, yapay insan konumundan doğal insan mertebesine geçerek mutluluğuna kavuşur.
Zira insan yaşam sahasından, doğadan, koparılarak mutluluğunu yitirmiştir. Böylece romantik bir başkaldırı edebiyatı oluşmuştur. Yapay dünyanın bu bozulmuş ahlak anlayışı ve sistemi yüz göz olmak istemeyen sanatçı ya çeşitli yollarla doğal halini arayacak ya da yapay insanların arasında ve bu sahtelikle metalaşacak büyük bir yalnızlık buhranına ve varoluş kaygısına düşecektir.
Şüphesiz Kuyucaklı Yusuf’un durumu bundan farksızdır. Yazar, kahramanı sürekli bir yabancılık ve yalnızlık tasviriyle verirken onun doğayla bütünleşme isteğini yansıtmayı da ihmal etmez. Yusuf, yalanla işi olmayan, mevkii hırsına kapılmayan, kimseye bir kötülüğü dokunmamış, mert, dürüst kişiliğiyle ‘doğal insan’dır. Romanda Yusuf yaşadığı çevrenin dışına, ormana, çayıra doğaya sığınmak ister. Kaymakam Selahattin Bey’in zeytinliğinde işçilere göz kulak olarak geçirir günlerini. İşçilerin dilinden anlayacağını sanır. Birini durdurup onunla herhangi bir konuda konuşmanın özlemini duyar. Altı seneden beri kendisi gibi konuşan birine rast gelmemiştir çünkü.
Yusuf bu fukaralara karşı kasaba halkının tavrını beğenmez: ‘’Bu fakir işçilere bu köpek muamelesini yapmaya neden lüzum görüyorlardı? Evet, Allah onları bir kere fıkara yaratmıştı, bunda kimsenin kabahati yoktu, fakat onlar böyle yaratılmışlar diye niçin tepelerine binmeli, onları adam yerine koymaktan niçin çekinmeliydi? ” Buna karşılık Fabrikatör Hilmi Bey ve oğlu Şakir ahlaki değerlerini yitirmiş, paranın her dertlerine deva olacağını sanan yozlaşmış yapay insanlardır
Roman üzerine Nazım Hikmet’in şu cümleleri dikkat’e değerdir : “Bazı manasız romantizm elemanları ihtiva etmesine rağmen, Türk romanı tarihinde yeni bir merhale teşkil eder. Türk edebiyatında, bir Türk kasabacığının ve kısmen köylülerin hayatı, bu kadar büyük bir kuvvetle ilk defa olarak tasvir ediliyordu. Hatta mürteci münekkitler bile, eserin bediî kıymetini itiraf etmek mecburiyetinde kaldılar.” Yusuf’un bu romantik kişiliğe karşın olaylar zinciri realist bir biçimde anlatılır. Böylece yazar, romantizm ile realizmi buluşturur.
Romanda eksik kalan bir şey varsa o da şüphesiz Şakir’in tecavüzüne uğrayan Çineli Kübra’nın ve annesinin akıbetidir. Bir zaman sonra Yusuf bu köylü kızına ve annesine acıyıp evlerine alır. Şakir ve arkadaşı Hacı Ethem’in Çineli Kübra ve annesi yoluyla suçu Yusuf’un üzerine yıkma tuzağı, Kübra’nın dayanamayıp her şeyi annesine anlattırmasıyla bozulur. O andan itibaren Yusuf bu kızın gözlerinde kendini tesiri altına alan bir bakış görür.Kızın bu mertliğinden etkilenir.Çineli Kübra’nın da içten içe Yusuf’a ilgi duyduğu anlaşılır.
Hal böyle olunca kafalarda kalan bu olayın akıbeti hakkında Asım Bezirci, Fethi Naci, P.Naili Boratav ve Cevdet Kudret gibi edebiyatçıların üzerinde anlaştıkları nokta romanın tamamlanamamış bir üçleme olduğu gerçeğidir. Sabahattin Ali katledilmeseydi ikinci cilt ‘Çineli Kübra’yı üçüncü cilt ise dağdan şehre inen Yusuf’u konu alacaktı.
Sabahattin Ali ile yakın dostluğu olan Boratav, yazarın kendisine üçüncü ciltte kişileri başkent Ankara’ya göçürterek başkentin toplum yaşamını anlatmayı düşündüğünü söyler: "Sabahattin, birkaç kere bu üçleme tasarısı üzerinde durmuştu, ama bana üçüncü ciltte, kişilerini Ankara'ya göçürmek suretiyle, başkentin toplum yaşamını anlatmayı düşündüğünü söylemişti. Öyle sanıyorum ki üçüncü cildin konusu üzerinde romancı ya kesin bir karara varılmamıştı yahut da sonunda, iki konudan birini kesin olarak seçmişti." Boratav, düşüncelerinin sonunda Sabahattin Ali'nin neler tasarladığını kimsenin bilemeyeceğini de belirtmektedir. Ayrıca romanın sonunda Yusuf yumruğunu sıkıp kasabaya karşı savurarak bize sonraki ciltlerin haberini verir.
Sonuç olarak Yusuf sürekli özgür, başına buyruk olmak ister. Tabiatında bu vardır çünkü. Ancak kasabanın sözü geçen ‘tanrıları’ buna müsaade etmez. Yusuf tüm dürüstlüğüne tüm mertliğine rağmen sürekli bağımlı olduğunu görür. Muazzez ile aşkı etrafında şekillenen bu olaylar bireysel bir sorunundan evrensel bir temaya, insanların sorununa dönüşür. İnsan doğadan koparak özünü kaybetmiştir ve yapay insanların çöken ahlak sistemleri devlet-eşraf, eşraf köylü ilişkileri ve bunun doğurduğu adaletsizlik Yusuf ile Muazzez’in kaderini belirler. Cinayetle, katliamla başlayan roman tekrar ölümlerle biter. Muazzez’in, Yusuf’un hayatından koparılması onda bu dünyaya dayanma gücü bırakmaz. Gene bir eğlence gecesi karısının sarhoş halde bu mütegallibe takımının pençeleri arasında kıvrandığını görünce büsbütün çıldırır ve içerdekileri kurşuna dizer. Karanlıkta karısını da vuran Yusuf onu yaralı halde bu batağın içinden alıp çıkarır
Doğaya dönüştür bu.Buradan mümkün oldukça uzağa bir kaçıştır ancak yaralı karısı fazla yaşayamaz.Muazzez için atının heybesinden çıkardığı bıçakla mezar kazar ve kendinden koparılan bu parçayı gömer.Atını dağlara sürer.İçindeki bütün yıkıntılara bütün kedere rağmen başını öne eğmek istemez.Matemini ortaya vurmadan tek başına yüklenir ve yeni bir hayata doğru yürür.
Kuyucaklı Yusuf aradan epey zaman geçmesine rağmen bugün hala önemini yitirmeden ayakta durabiliyorsa bunun en önemli sebebi taşraya ilk realist bakış olması ve Sabahattin Ali’nin kaleminden çıkmasıdır. Böylece Sabahattin Ali kendisinden sonra gelen toplumcu-gerçekçi yazarları etkilemeyi bilmiştir. Bugün bir İnce Memed’in oluşumunda bu eşkıyalık, isyan ve doğaya dönüşün bilhassa Kuyucaklı Yusuf’un yeri yadsınamaz. Bütün tutunamayışı ve yabancılığı ile Yusuf sur harabesi üstünde yetişen yabani bir incirdir. Sabahattin Ali’nin şu dizeleri bütün kitabı özetliyor aslında:
‘’Şehirler bana bir tuzak
İnsan sohbetleri yasak;
Uzak olun benden, uzak
Benim meskenim dağlardır.’’