Bingöl’den Diyarbakır’a Bir Yol Hikayesi

OKAN ALAY
Bingöl'den Diyarbakır'a Bir Yol Hikayesi
 
Nihayet Diyarbakır’a gidiyoruz. Kaç zamandır gitmeye niyetlenmiş de bir türlü gidememiştim. Nedense gitmeye her kalkıştığımda ya bir aksilik olmuştu ya da acil bir işim çıkmıştı da bir türlü gidememiştim.

111318fotoa4-2Hiç unutmuyorum henüz lisede okuyordum, ben ve mahalle arkadaşlarım bayram gezisi, daha doğrusu küçük dünyalarımıza renk katacak bir eğlence olması için hepimizin hayallerini süsleyen Diyarbakır’a gitmeye karar vermiştik. Her birimiz harçlıklarımızı ayarlamış, son hazırlıklarımızı yapmış; bir heyecan âlemi içindeydik. Tam yola çıkacaktık ki annemin beni alelacele aradığını söylemesinler mi? Babam köye bayramlaşmaya gittiğinden annem hasta olan babasını görmesi için benim de kendisiyle birlikte köye gitmem gerektiğini söylemez mi?

Of Allah’ım dedem iyiydi. Ne oldu da hastalandı şimdi? Maalesef kabullenmek benim için çok güç olsa da dedem o sabah hastalanmış ve annem de ben de onu görmeye gitmeliydik. Evet, biliyorum gözümde bir nice şehir olan, bizimkilerin deyişiyle “Diyarbek” şimdi beni beklemektedir. Ama köyde de hasta dede; burada ise çaresiz kalıp ona gitmek için telaşlanan annem varken küsme ne olur Diyarbakır, yine gelemedim. Ama söz, bir gün mutlaka geleceğim sana. Bekle beni, dedim kendi kendime.

Arkadaşlarım yola koyulup gittiler. Ben de annemle yüreğim buruk bir halde köyümüzün tozlu dağ yollarına koyulmuştuk. Yani bu kaçıncı kezdir bilmiyorum ama sonuçta yine gidememiştim işte Diyarbakır’a. Bundan başka değişik zamanlarda birkaç kez daha gitmeye kalkıştıysam da aksilikler mi, şanssızlığım mı yoksa öylesi daha hayırlı olduğundan mı nedir bilmem bir türlü gidememiştim.

Ben bu olanlardan sonra uzun bir süre daha Diyarbakır’a gitme imkânını bulamadım.  Bingöl’deki rutin hayatıma devam ediyordum. Sonraları liseyi bitirdim, üniversiteye gittim. Nihayet edebiyat öğretmeni olarak mezun olup Bingöl’e geri döndüm. Bingöl’e yerleşip bir yuva kurdum, evlendim. Şimdilerde artık bir babaydım da. Ama hâla Diyarbakır’a gidememiştim.

Yıl 2002 ve bir ilkbahar günü olmuştu zaman. Nihayet hasret bitecek ve bir türlü gidemediğim Diyarbakır’a geç de olsa gidiyorum. Hem de yanımda eşim, oğlum ve kardeşim Aygül var. Üstelik Diyarbakır’da bizi bekleyen benim gibi Gölcük depremzedesi asker arkadaşım Ahmet vardı.

Mevsim ilkbahar, aylardan mayıs ve günlerden bir Cumartesi sabahıydı. Hem artık bir iki yıldır Bingöl-Genç- Diyarbakır yolu da açıktı. Üstelik yolda güvenlik açısından bir sorun yaşanmıyordu. Her şey güzel, yol güzel, hava güzel ve en önemlisi biz güzeldik. Heyecanlı ve mutluyduk.

Bingöl’den sabah 7.30’da ayrıldık. Sabahın ilk ışıklarıyla duru, sıcak bir havada koyulduk yola. Genç’e doğru ilerliyoruz. Bingöl ovası bir başka güzel görünüyor. Mayıs ayı bu ovada ve Murat vadisinde bir başka güzeldir. Yeşilin tonları bir siluet olmuş; bağrında diğer renklere de bir yer açmış burada. Arabanın camına başımı yaslayıp yol boyunca sıralanan tarlalara, meyve bahçelerine, otlanan hayvan sürülerine ve bir de doğaya uzun kış boyunca hasret kalan memleketimin insanlarına bakıyorum. Her biri gözümün önünden bir film gibi hızla geçiyordu ve işte Genç’e varmıştık. Ah Genç! İsmi genç ama acılarla yoğrulmuş tarihiyle saçları erken ağarmış;  hüzünle yaşlanmış Genç.

Genç yani tarihteki idari adıyla Ginç, Kığı ilçesiyle birlikte ilin en eski yerlerindendir. İldeki az sayıda bulunan tarihi eserlerin önemli bir bölümüne işte bu ilçe ev sahipliği yapmaktadır. İlçenin bilinen en eski adının hala halk arasında da kullanılan biçimi olan “Daraheni”dir. Bu ismin M.Ö. bölgede egemen olan Medler (Kürdlerin atası olduklarına inanılmaktadır) tarafından verildiği ve ismini de Dara adındaki komutandan aldığı belirtilmektedir. Yaygın olan bir görüşe göre de Dara, kızı için sakin ve güzel bir yerde küçük bir kale yaptırmak ister. Bunun içinde en uygun yerin bakir toprakları, gür ormanları, serin Murat suyu ve şirin doğasıyla şimdiki Genç’in olduğuna karar verir. Dara ve kızı dinlenmek için buraya gelirmiş. Böylece bu beldenin adı Daraheni yani “Dara’nın yeri”, ya da bugünkü Zazakî Kürdçesiyle “Dara’nın çeşmesi” olur.

Genç tarihteki yerinin yanında güzel doğasıyla da dikkat çekmektedir. İlçe sırtını çamlıklarla süslü Güneydoğu Toroslara, Akdağa dayamış; yüzünü Bingöl ovasına ve nazlı Murat’a çevirmiş. Bir yanında dağlar, yaylalar, konarlar, göçerler… Bir yanında da tarlalar, bağ bahçeler ve akıp giden dereler, ırmaklar… Genç ilçesi tarihi, doğası ve ildeki önemli konumuyla hızla büyümektedir. İlin en büyük ilçesi olan Genç; Bingöl merkezine 20 km uzaklıkta olup Elazığ-Tatvan demiryolu üzerinde, Murat’a kıyısı olan bir ilçedir.

Murat köprüsünden geçiyoruz. Hepimizin gözleri şaşkın bakışlarla bu bahar ayında hırçın akan Murat’a bakmaktadır. Oğlumun gözleri hayret dolu bakışlarla sudaydı. Yolumuz Genç’in Diyarbakır’a doğru uzanan sarp dağlarının virajlarına varmıştı. Bu yol, Yayla’ya oradan da Lice yol ayrımına gidiyordu. Yol yıllarca bu bölgede sürüp giden çatışma ortamında ötürü güvenli olmadığı gerekçesiyle kapalı tutulmuş. Trafiğe kapalı tutulduğu için de bakımsızlığa ve ilgisizliğe terk edilmiş. Uzun ve çetin kış şartlarının da etkisiyle yol iyice yıpranmış, asfaltı çukur tarlasına dönmüş, keskin virajların olduğu bölümlerde ise gittikçe daralmıştı. İşte böyle bir yoldur bu Diyarbakır yolu. Ama bu olumsuzluklar olsa da yolu güzel kılan birçok özellik de yok değildi. Dağlar, yüce dağlar, yeşil mor dağlar, berrak dereler, uçsuz derin vadiler, kayalıklar, mağaralar… 

Ah hele bir de Genç’in çıkışında Diyarbakır’a giden yolda, yolun tırmana tırmana vardığı zirveden görünen o muhteşem manzara. Sanki bir tuval üzerine hayal edilerek usta bir ressam tarafından çizilmiş bir tablo var karşınızda.  Aşağılarda kalmış dümdüz bir ova. Ovayı çevreleyen koca dağlar var. Dağlar ki zirveleri apak, zirveden aşağıya doğru da diğer renk tonları… Hafif bir morluk, ardından kahvenin tonları, sonra meşe yeşili ve sonra ovaya doğru gittikçe tarlaları bereketli renkleri…

Ovada ilkbaharın en bereketli renkleri, canlılığı var. Hayat var, doğa var. Bir de masmavi gökyüzünde bu, günün ilk ışıklarıyla pırıl pırıl parlayan güneş altında ovayı bir baştan öbür başa yarıp geçen Murat’ın hırçın suları. Ah nasıl da ışıldıyor böyle gün ışıklarıyla Murat. İşte böyle bir tablo ama capcanlı bir doğa tablosu. Bu yolu seçip de onca olumsuzluğa katlananlar için bu manzaraya değmez mi? Hepsi bu mu peki? Değil elbette. Daha Diyarbakır’a varmadan ne güzellikler, ne ilginç şeyler bekler bizi. Hem güzellikler ama hem de hüzün kokan, ıssızlık kokan görüntüler var yol boyunca…

İşte Yayla yolundayız. Yöre halkının diliyle  “Waremerg”deyiz yani yayladayız. Diyarbakır yolunda bu noktanın ayrı bir yeri vardır yolcular için. Burası güzergâh boyunca gidip gelen şoförler ve yolcular için taze bir soluk alma, canlanma yeridir. Buz gibi soğuk suyuyla, insana ferahlık veren serin yayla havasıyla ve yol boyunca uzayıp giden bal tadımlı dut ağaçlarıyla vazgeçilmez bir yerdir Yayla. Eh bu güzelliklerden mahrum kalacak değiliz ya. Tabii ki mola verdik, konakladık ve ağırca yükten kurtulmuş bir işçinin duyacağı rahatlıkla dinlendik. Sonra yine yollardayız. Çukur tarlası, dar yollardayız. Yol uzayıp gittikçe gözlerim arabanın camından etrafa takılıp kalıyor. Ah bu kez bir ıssızlık, bir hüzün var karşımda.

Yolun rampalara varan yerlerindeyiz ve ben etrafımızda bize uzakça duran bir küçük dağ köyüne dalıp gidiyorum. Evet, bir küçük köy imiş… Oysa şimdi ıssızlığa ve anılarına bırakılmış bir köy görünümünde. Evler yıkılmış, her yer bir harabeye dönmüş, bahçelerin duvarları dökülmüş, tarlalar in cine bırakılmış. Arabamız bu köye yaklaşınca görüyorum ki burası da terk edilmiş. Kim bilir sahipleri hangi diyara göçer oldu. Genç’e mi, Bingöl’e mi, yoksa Diyarbakır’a mı çekip gittiler? Ah işte yıllarca sürüp giden çatışma ortamından arta kalan trajik bir manzara. Bir yanda capcanlı gürül gürül bir doğa öbür yanda hala kendine gelememiş yıkık dökük köyler, anılar ve yaşamlar var bu coğrafyada. Arabadakilerin gözlerinin de bu manzaraya takılıp kaldığını ve yüzlerine derin bir hüznün çöktüğünü fark ediyorum. Kimseler konuşmuyor, sadece görünen manzara konuşuyor ve bir de gözlerimiz konuşuyor gözlerimiz…

Yolumuz sürüp gidiyor. Diyarbakır sınırlarındayız. İşte Lice,  işte Mermer yollarındayız. Yolumuz yalçın dağların arasından süzülüp gitmekte. Derin vadiler, uçurumlar aşarak yavaş yavaş Diyarbakır platosuna varmak üzereyiz. Yol biraz daha düzgün biraz daha bakımlı. Galiba yeni onarılmış, etrafta iş makinelerini görüyoruz. Ee… Ne de olsa Diyarbakır’a varacağız. Yani bu yol da mı yapılmasın? Koskoca Diyarbakır’a şunun şurasında ne kaldı ki? Tabela, Diyarbakır 30 km diyor. Birazdan Diyarbakır’da olacağız. Yani benim bir tülü gidemediğim  ‘‘Diyarbeg’’e şimdi az kaldı.

İşte Diyarbakır. Tarihin nazlı şehri, surlar kenti, Diyarbakır az ötede dümdüz uzanan bir plato üzerinde boy göstermektedir. Ve işte Dicle, ah ne hırçın olur bazı zamanlar… Dicle saygısından olacak şehrin yanı başından öyle usul usul akar ki kimsecikler inanamaz bu nehrin hırçın Dicle olduğuna.

Saat sabahın onunu geçmektedir. Diyarbakır’dayız. ‘‘Eşim bak bakın Dicle Üniversitesi! Bu da Tıp Fakültesi olsa gerek’’ diyordu. Doğrusu kardeşim hariç ben ve eşim Diyarbakır’ı hiç görmemiştik ama şehir hakkında az şey de bilmiyor değildik hani…

Nihayet surlar, Dağkapı göründü bile. Arabamız Dağkapı’dan içeri giriyor. Ve son durak, iniyoruz işte. Artık Diyarbakır’dayız. Diyarbakırlı arkadaşım Ahmet burada bizi bekliyordu. Biraz değişmiş görmeyeli. Kucaklaştık, hasret giderdik. Birbirimizin yüzlerine hüzünle baktık. İkimiz de askerdeki hallerimizi anımsar gibiydik; birbirimizin yüzünde yaşadığımız o 17 Ağustos Marmara depreminin korkusu vardı sanki…

Diyarbakır’da birkaç gün kalacaktık. Diyarbakır’a gelinir de gezilmez mi? Yol yorgunluğundan sonra kendimizi önce Ofis’e atıyoruz. Yeni şehrin en gözde caddesinde yüksek apartmanların gölgesinde; süslü vitrinlerin, camekânların önünde, insan kalabalığının içindeyiz. Şehir gürül gürül akıyor bu caddede…

Ah Diyarbakır koca şehir. Şimdi de dar sokaklarıyla Dağkapı’da, Hançepek’te, Melikahmet’teyiz. Ofis’ten apayrı muhitler. Eski şehrin ve tarihin izlerini taşıyor buralar. Eski yapılarıyla, camileri, çarşılarıyla, demirci dükkânları, ciğercileriyle, seyyar satıcıları ve yağız emekçi insanlarıyla Diyarbakır burada saklı adeta.

Diyarbakır’ı bir baştan bir başa saran surlar… Bu surlar ki şehri bir kalkan balığı görünümüyle çepeçevre saran surlar… Kaynaklara göre uzunluğu 5 km.’yi bulan bu surların ve dolayısıyla şehrin tarihinin çok eskilere uzandığı söylenmektedir. Surların Hurriler ya da Romalılar tarafından yapıldığı, zaman içinde de genişletildiği belirtilmektedir. Bir yol bulup surların üzerine çıkıyoruz. Ne muhteşem yapı! Tarih burada canlanıyor.

Ah ama insanın içi gidiyor. Niye mi? Az öteye bakıyoruz surların taşları dökülmüş, etraf çer çöpe, bakımsızlığa terk edilmiş. Üzülüyor ve hayretle Ahmet’e soruyoruz. Bu ne hal Ahmet kardeş? Arkadaşım bize biraz da alayla karışık bir acı tebessümle surların taşlarının hemen altta sıra sıra uzayıp giden gecekonduların duvarlarında nasıl da kullanıldıklarını göstermez mi? Büsbütün şaşırıyor ve üzülüyoruz. Ama neyse ki Büyükşehir belediyesinin ve ilgili bazı kuruluşların surlarla ilgili geç de olsa bir çalışma başlattıklarını duyuyoruz ki bu bize biraz ümit veriyor. Surlarda epey ilerledik. Mardin Kapı civarında Dicle’yi ve Dicle’nin sırdaşı Malabadi Köprüsü’nü seyrediyoruz.  Zamana karşı direnciyle boy gösteren Malabadi…  Az ötede karşımızda pek çok efsaneye, türküye konu olan Kırklar Dağı. Dicle boyunca uzayıp giden Hevsel Bağları… 

Diyarbakır bu, gezmekle biter mi hiç? Bu kez de meşhur Ulu Camii’deyiz. Geçmişi oldukça eskilere dayanan bu olağanüstü güzellikteki yapının 1091’de Ulu Camii olarak ibadete açıldığı bilinmektedir. Camii ilginç mimarisi, geniş avlusu, külliyesi, taşları ve işçiliğiyle insanda büyük bir heyecan uyandırıyor.

Diyarbakır sayısız tarihi eseri, camisi, medresesi, kilisesi, çeşmeleri, köprüleri, geniş eyvanlı evleriyle yaşayan bir tarih…  Anlatmakla geçmek mümkün mü ki? Ve tabii ki Diyarbakır’la özdeşleşen meşhur karpuzu ve bağları… Onlar da şehrin bir parçası, şehrin tanıkları… Onlarda Diyarbakır saklıdır.

Diyarbakır tarihin tanığı, acıların ve sevdaların şehri… İşte nihayet seni görebildim. Az da olsa hasretimi giderebildim. Ah keşke imkân olsa da biraz daha kalıp tarihin tanıklığını sende yaşayabilseydik. Ama yolcu yolunda gerek. Vakit doldu. Eh işlerimiz de bitti, hem mütevazı şehrimiz,  Bingöl heyecanla yolumuzu gözlemektedir şimdi. 

Bir ikindi vakti ayrılıyoruz Diyarbakır’dan.

 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir