İSMAİL GİRAY
İnkâr Etmek Kolay, Zor Olan Kabul Etmek
İnkâr Etmek Kolay
İnkâr; gerçeği görememekten çok, kabul etmeme/edememe hissinin neticesinde ortaya çıkan bir savunma mekanizması olarak bilinir ve psikoloji ilmindeki “yadsıma” dedikleri hale karşılık geldiği söylenir. Bu davranış bozukluğu, ölüm gibi büyük acılar karşısında ortaya çıkabileceği gibi, kişinin gözünde büyüttüğü bir olay karşısında yaşadığı hayal kırıklığında da kendini gösterebilmektedir. Örneğin çok sevdiği birini kaybeden kişi, bu ölüme kendini ikna edemeyebilir. Bu ret fikri de zaman içinde, kişiye ölüm gerçeğini unutturup, “o ölmedi” şeklinde bir saplantı halini alabilir…
Elbet hiç bir yük, omuzlara çöken metafizik ağırlığın, fiziki müdahalelerle giderilememesi kadar ağır olamaz. Bu yüzdendir ki bu ağırlık, kendi hafifliğini doğurur ve “zihinsel deformasyon” da diyebileceğimiz irade üstü bir yönelimle, yukarıdaki örnekteki gibi “kabul edilmek istenmeyen” durumu reddettirir insana. Bu, gerçeği reddetmekteki gaye; omuzlara çöken yükün ağırlığından kurtulmaktır. Bunun en ileri, en uç ama bilinç ötesince en makul noktası ise inkârdır…
Yok sayar, derde düşen kişi, mevcut durumunu; yok saysa da yok olmayacağını bilmez bir tutumla gerçeğin aksini savunmakta ısrar eder… Yaşamın ağırlığına karşı bir direnç, bir isyandır bu aslında. Zaten başka türlüsüne rıza göstermek; şairin ifadesiyle, “insan bu kadar acıyla ölür”ü netice verir. Bu bakımdan inkâr, bir nevi ölmemek için, geriye kalanla yaşayabilmek için şuursuzca girişilen bilinç ötesi bir kurtuluş yoludur. Şair Sezai Karakoç’un “Omuzlarımdan kalktı sanki ağırlığı bir dağın” dizesini bu noktaya tevil edersek, inkâra sarılmanın, yaşadıkları karşısında dengesi bozulan kişi için ne denli rahatlatıcı bir “formül” olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Ve de sanılanın aksine; oldukça netameli bir pazarlıktır bu. Zihnin o erişilmez derinliğinde, insanın, kendisine ölümü gösterip, sıtmaya razı etmesi gibi bir şeydir.
***
Gerçeği kabul etmek ise inkâr etmekten daha meşakkatli ve dayanılması daha güç bir durumdur. Zira burada, zihnin inkâr edip, rahatlamayı salıklamasına karşı verilen müthiş bir bilinç direnişi ve sonrasında gerçeğin acılarına karşı çelikten bir irade gösterme söz konusudur. Bu faslı, Mecnun’dan bir misal ile açıklığa kavuşturacak olursak; Mecnun’un Leyla için çöle düşmesine rağmen, Leyla O’na geldiğinde geri çevirmesi anekdotunu ele alabiliriz…
Evet, Mecnun, uğruna çöle düştüğü Leyla’sını reddetmişti! Çünkü yıllar yılı, zihniyle tutuştuğu o çetin savaş sonucu, Leyla’nın “ulaşılmaz” olduğunu (“ulaşılması gereken”in o olmadığını) ikrar etmişti.
Esasen Mecnun’un, sevgisinin boyut değiştirdiği söyleniyorsa da yaşantı boyutu bunun pek de öyle olmadığını doğrular mahiyettedir. Mecnun, daha Kays iken sahraya düşmüş ve “nasıl olur, nasıl olur” diye kendini tüketmiştir. Adı Mecnun’a çıktığında ise çoktan çöllerde yanıp, kavrulmuş bulunmaktaydı. Bundandır ki; üzerinde Kays’lıktan bir şey kalmayınca adı Mecnun (deli) kalmıştır. Dolayısıyla bu noktadan sonra -Kays olmadığı için- Leyla da yoktur artık! Çünkü Mecnun; ulaşmak için çöle düştüğü kişinin, öncelikle “yokluğu”nu ve “ulaşılamaz” olduğunu sonra ise ilahi bir ilham ile (yahut da teselli ile) “ulaşılması gereken”in Leyla olmadığını ruhuna kabul ettirmiştir. Dolayısıyla Leyla ona geldiğinde, geri çevirmesi, bu hazin kabullenişten ileri gelmektedir. Eğer Mecnun, bu netameli pazarlıktan yenik ayrılmış olsaydı, Leyla geldiğinde geri çevirmez; “biliyordum, bir gün geleceğini biliyordum, seni kaybettiğime hiç inanmamıştım” nev’inden Yeşilçamvari sözler söyler, bağrına basardı.
***
Evet; kabul etmek, inkâr etmekten daha zordur. Çünkü Leyla’dan geçmek için çöle düşmek gereklidir! “Ben Leyla’ma gidiyorum çekil önümden Leyla¹” diyebilmek için; ölmeden mezara girmek, dünyalık isimlerden, sıfatlardan sıyrılıp “Mecnun” yaftasıyla dolaşmayı göze almak icap etmektedir.
________________________
¹–Takdim, Mustafa İslamoğlu