“Âşık Seyrânî” 
 var.
 Tayyib Atmaca’nın Genel Yayın Yönetmenliğinde çıkan, yine hece şiirleriyle dolu dolu olan “Hece Taşları” dergisinin 16. sayısındaki isimler:
 Âşık Seyrânî, Muhsin İlyas Subaşı, Yasin Mortaş, İbrahim Eryiğit, Hikmet Elitaş, Ekrem Yalbuz, Ahmet Aslan, Seyfettin Karamızrak, Lütfü Kılıç, Emrullah Bedir, Nuri Peksöz, Şahamettin Kuzucular, Mahmut Topbaşlı, Ferqane Mehdiyeva, Hüseyin Kaya, İsmail Gül, Halil Kuru, C.Ünaldı Hasannebioğlu, Seyit Kılıç, Mehmet Fatih Köksal
 Âşık Seyrânî’nin “Şahinler Yurdunu Tuttu Yarasa” şiirinin yer aldığı “Hece Taşları” dergisinin 16. sayısında Muhsin İlyas Subaşı’nın “Aşkın İğnesiyle Dikilen Dikiş!”  yazısı var.
 ÂŞIK SEYRÂNÎ
 Şahinler Yurdunu Tuttu Yarasa
 Asırda acaib işler çoğaldı
 Bilmem bu işleri kimler ediyor
 Dünyayı hep rezil köpekler aldı
 Gelen ümeraya karşı gidiyor
 Biraz bahsedeyim ehl-i zamandan
 Yahşiler aşağı düştü yamandan
 Aralık itleri olmuş kumandan
 Uyuz it kurtları kumand’ediyor
 Buğday unu beğenmiyor köpekler
 İplikten aşağı düştü ipekler
 Hep sedire geçti itler köpekler
 Hanedan ayakta hizmet ediyor
 Koltuk kılı fark olmuyor sakaldan
 Tüccarlar aşağı indi bakkaldan
 Aslanlara çoban düşmüş çakaldan
 Şimdi aslanları çakal güdüyor
 Mekteple medrese ortadan kalktı
 Meyhane kerhane meydana çıktı
 Ar namus denen şey ortadan kalktı
 Şimdi kişi bildiğine gidiyor
 Sarhoşlar çoğaldı kalmadı ayık
 Bu asra böylece haller de layık
 Müzevvirin adı muhbir-i sadık
 Şimdi kişi bildiğine gidiyor
 İsimlerin tebdil etsem satılmaz
 Cisimlerin tahvil etsem zat olmaz
 Altın eğer vursam eşek at olmaz
 Şimdi kişi bildiğine gidiyor
 Şahinler yurdunu tuttu yarasa
 Baklava yerine geçti pırasa
 Şimdi rağbet deyyus ile terese
 Zamane bunlara rağbet ediyor
 Boy kürkünü beğenmiyor köçekler
 Babasına akl’öğretir çocuklar
 Yumurtadan burnu çıkan cücükler
 Horoz oldum diye cık cık ediyor
 Küçükler büyüğe çorap giydirir
 Tatlıyı insana acı yedirir
 Seyrânî zamane böyle dedirir
 Şimdi kişi bildiğine gidiyor
 MUHSİN İLYAS SUBAŞI
 “Aşkın İğnesiyle Dikilen Dikiş!”
 Seyrânî, Kayseri’nin Develi ilçesinde 1800 yılında doğdu. Babası yaşardıkları semtin imamıydı, Bir süre ondan ders aldı. Daha sonra medreseye devam etti. Ergenlik çağına gelince saza ve şiire yöneldi. Kısa sürede olgun ve usta bir âşık oldu. İstanbul’a gitti. Âşıkların toplandığı semai kahvelerinde düzenlenen atışmalara katıldı. Bu atışmalarda devlet büyüklerini sert dille eleştirmeye başlayınca başı derde girdi. Develi’ye dönmek zorunda kaldı. Daha sonra Halep’e gidip oradan tekrar memleketine döndü ve öldüğü 1866 yılına kadar burada yaşadı. Şiirlerinde Fuzuli’den Pir Sultan Abdal’a kadar birçok şairin etkisi görülür. Semai kahvelerine devam ettiği dönemde o geleneğe uyarak şiirlerinde, alevi terkiplerini kullansa da, kendisi Bektaşi değil, Nakşibendî tarikatına bağlıydı.
 Şiirlerinde haksızlığa, yolsuzluğa ve her türlü kötülüğe karşı çıkar. Rüşveti, adaletsizliği, cahilliği hiç çekinmeden eleştirir. Devlet büyüklerine yönelttiği taşlamalarda da cesurdur. Hece ölçülü şiirlerinin yanı sıra aruzla yazılmış şiirleri de vardır. Heceli şiirlerinde yalın bir Türkçe kullanır. Çoğu koşma türündeki bu kusursuz şiirler, Anadolu ağzının özelliklerini yansıtır. Şiirlerinde yaşadığı çağı, gezip gördüğü yerleri bütün güzellik ve çirkinlikleriyle ortaya koyar. 
 Seyrânî’yi dik duruşu, hazır cevaplı oluşu, tavizsiz tavrıyla halkımız çok sevmiştir. Halk edebiyatının bu nüktedan, aynı zamanda samimi insanını maalesef pek anlatamadık. Onun hakkında çalışanlar, sadece şiirlerini derlemekle yetindiler. Bugün belki yarım düzineye yakın Seyrânî şiirlerinin derlemesi vardır. Ancak onun şiirlerini anlatıp yorumlayan, şiirlerin kendi dönemini yansıtan fotoğrafını sergileyen değerlendirenlerimiz pek olmamıştır. Hatta üniversitelerimiz, bu halk filozofuna gereken önemi de pek vermemişlerdir.
 Üniversitelerin halk edebiyatı bölümlerinde, Seyrânî için özel bir kürsünün olmaması da bana göre ciddi bir eksikliktir. Çünkü onun 19. yüzyıl siyasi hayatı içindeki tavrı yazdıklarından hareket edilerek ele alınacak olursa, çok önemli siyasi ve sosyal sonuçlara varmak mümkün olacaktır. Toplum hafızasının halk edebiyatı diliyle anlatıldığı şiirlerinin ortaya koyduğu, aydınlar arasındaki iç çözülme, günümüze ışık tutması bakımından ayrıca bir önem taşımaktadır.
 Bakınız, halk psikolojisini veren cümlesine:
 “Ermeni’nin Rum’un yağlı ketesi,
 Kaypak Müslüman’ı dinden çıkarır!”
 Bu satırlar, çıplak ifadesiyle insanların azınlıkların imkânlarına teslim olduğu anlamına gelebilir. Hâlbuki onun söylemek istediği çok daha farklı şeylerdir; bir defa Müslüman’ın adam gibi Müslüman olmasını ister. Onu olamaz ise, işte böyle yağlı keteye dinini feda edebilir. Belki daha da önemlisi, onun yaşadığı dönemlerde azınlıkların sömürerek ulaştıkları zenginliğe ince bir dikkat çekiş vardır. Burada hicivden ziyade, bir öfke tavrı görülür.
 Yukarıdaki ikazın yerine konması gereken tavrı şu mısralar bakınız ne güzel anlatır:
 “Allah’ın emrine mutiim dersen
 Resulün emrine itaat eylle.
 Helal-haram demez bulduğun yersen
 Müminlik sözünden feragat eyle!”
 Karşısındakine böyle bir ikazda bulunan âşık döner kendine bakar:
 “Kalbini geniş tut sıkma Seyrânî,
 Rızayı Bari’den çıkma Seyrânî,
 Gönül Beytullah’tır yıkma Seyrânî,
 Elinden gelirse imaret eyle!”
 Âşık Seyrânî, halk edebiyatımızın köşe taşlarından birisidir. Mistik olsun, aşk üzerine olsun, hep akılla gönlü birleştiren, mısralarını duylu anaforunda savurmayan bir adamdır.
 Onun kalitesini anlayabilmek için onu çok iyi okuyup özümsemek gerekiyor. Elbette birkaç şiiriyle bir insanın hakkında sağlıklı hüküm verilmez. Ancak, malzemesi insanın keyfiyetini de tayin eder. Bakınız, aşağıdaki şiir onun ‘Aşk’tan ne anladığını, daha doğrusu, aşkın nasıl bir sorumluluk içerisinde idrak edilmesi gerektiğini göstermesi bakımından önemlidir:
 “Eski libas gibi Âşıkın gönlü,
 Söküldükten sonra dikilmez imiş.
 Güzel sever isen gerdanı benli,
 Her güzelin kahrı çekilmez imiş.
 Bülbül daldan dala yapıyor sekiş
 O sebepten gülle ediyor sekiş.
 Aşkın iğnesiyle dikilen dikiş,
 Kıyamete kadar sökülmez imiş.
 Sevdiğim değildin böylece ezel
 Âşıkın bağına düşürdün gazel
 İbrişimden nazik sandığım güzel,
 Meğer polat gibi bükülmez imiş.        
 Seyrânî’nin gözü gamlı yaş imiş,
 Benim derdim her dertlere baş imiş,
 Ben bağrını toprak sandım, taş imiş
 Meğer taşa tohum ekilmez imiş!”
 Âşıklar çok kırılgan bir yapı taşırlar. Çünkü beklentilerine odaklandıkları için, dış tesirlere karşı mukavemetleri yoktur, çabuk etkilenirler. Şair, şiirin iki mısrasında buna müthiş bir atıfta bulunur. Yani aşk peşinde yorulmuş bir şairin elbisesi ihtiyarlamış bir dervişe benzer ve o elbisenin dikişleri söküldü mü, onu bir daha dikip bir araya getiremezsiniz. Hele hele;
 “Aşkın iğnesiyle dikilen dikiş, 
 Kıyamete kadar sökülmez imiş.” 
 sözünü aşk üzerine söyleyen berceste mısraların hangisinden aşağıda görebilirsiniz?
 Muhteşem bir uyarıdır bu! ‘Taşa tohumun ekilemeyeceği’ realitesiyle biten şiirin devamını artık siz yorumlayın.
 Ben sözü onun beni teslim alan bir esprisiyle bitirmek istiyorum:
 Bir gün, elinde bir demek kır çiçeğiyle bağından evine dönmektedir. Ona gördükçe takılan bir dostuyla karşılaşır, dostu takılmadan edemez:
 “Âşık kimin kulusun?”
 Hani hazır cevaptır ya, hemen karşılığını verir:
 “Boyacının kuluyum!”
 Dostu, çok önemli bir açık yakalamış gibi kırıtır ve üzerine yürür:
 “Yine sapıttın Âşık!”
 Seyrânî, bu ahmak dostunun yüzüne biraz acıma, biraz istihzayla baktıktan sonra, elindeki çiçek demetini uzatır ve söz tokadını çarpar suratına:
 “Hadi al, bu çiçekleri boya da senin kulun olayım”
 Adam şaşkındır, özür diler ve uzaklaşır.
 Şimdi ben de, bu kahraman Âşığımızı ihmalinden sorumlu kişilerin ondan özür dilemelerini bekliyorum!
Asanatlar "şiirden sinemaya" 
