Yakarak Tarihe Geçenler

MEHMET TAŞTAN
Yakarak Tarihe Geçenler
 
Çin'den, Polonya'ya kadar, girdiği her yeri yakıp yıkan Cengiz Han'a, bir gün sormuşlar:
 — Han'ım girdiğiniz bütün şehirleri niçin yakıp yıkıyorsunuz?
Cengiz Han celallenmeden şu cevabı vermiş:
 — Benim Abbasi halifeleri gibi hanlar, hamamlar yaparak tarihe geçme şansım yok. Ben de yakarak tarihe geçeceğim.
 
Sonuç tam da dediği gibi olmuş; Cengiz Han, şehirler yakan kişi olarak tarihe geçmiştir. Ama O bu alanda yalnız değildir. Çünkü, yakarak tarihe geçmenin ondan daha güçlü bir sembolü vardır: O sembol kadındır. Kuşkusuz, iki yangın arasında derin farklar vardır. Örneğin, Cengiz Han öfkeyle, kadın tebessümle yakar; Cengiz Han yakıp, yok eder, kadın yaktığını yeniden inşa eder. Bunlar doğru olmasına doğru da neticede ikisi de yangın… O yüzden olsa gerek, Nedim:
"Tahammül mülkünü yıktın, Hülagu Han mısın kâfir,
 Aman dünyayı yaktın ateş-i suzan mısın kâfir?"
Mısralarıyla sevgiliye seslenirken, iki yangın arasındaki benzerliği dile getirir.
 
Esasen, beşerî aşkın ilk kıvılcımları Arafat’ta çakılır. Cennetten kovulup yeryüzüne gönderilen Adem, Sri Lanka’ya; Havva, Cidde'ye indirilir. Senelerce birbirlerini ararlar. Bu uzun yürüyüşler birbirlerinden habersiz bir şekilde her ikisini de Arafat’a götürür. Burası Mekke yakınlarında, büyük bir çöldür.
 
Kadınlar ayrıntıyı daha çabuk görürmüş ya.… Demek ki kadimden beri öyle… Önce Havva görür Adem'i. Ama seslenmez. Arayan değil aranan, özleyen değil özlenen olmak istediği için, oracıkta bir fundalığın dibine saklanır. Adem'in kendisini bulmasını bekler. Buna naz mı demeli yoksa cilve mi? Onu bilemem ama tam da istediği gibi olur. Adem de az sonra görür Havva'yı… Böylece yeryüzünde ilk buluşma gerçekleşir. Bu vuslattan hareketle, buluşma yeri anlamına gelen Arafat ismi doğar. O günden beri orası insanlığın büyük buluşma yeridir.
 
O kıvılcım çölün bir başka yerinde, Leyla’nın aşkı ile Mecnun’un yüreğinde yangına dönüşmüştür. Aşkın bütün deliliklerini yaşayan Mecnun'u, bir gün, bir köpeğin ayağını öperken görmüşler. Bu hal görenleri epey kızdırmış. Çıkışmışlar:
— Bu ne hal böyle Mecnun, hiç köpeğin ayağı öpülür mü?
Mecnun kayıtsızca bakmış onlara:
—  Ben köpeğin ayağını öpmüyorum ki!
—  Ya ne yapıyorsun?
— Bu köpek, Leyla'mın vahasının köpeğidir. Bastığı yerlere Leyla basmıştır. Onun ayaklarında Leylamın ayak izlerini kokluyorum.
 
Bu metafor bizi yeniden Nedim'e götürüyor. O diyor ki: "Bülbülü uyuyor sanmayın, gagasını kanadının altına koymuş, uykuda sevgilinin hayalini kokluyor." Demek ki aşka düşen akıl iflâh olmuyor.
 
Batıda aşkın ölümsüzleştirdiği Beatrice, akranı olan Dante'yle tanışıp, onu etkilemeye başladığında henüz dokuz yaşındadır. On yıl sonra gerçekleşen ikinci buluşmada şair, kızın güzelliği karşısında öylesine erir ki, aleve sarılı bir ruha döner. “Hayalden yana olduğu kadar, sözden yana da çok zengin olsam, yine de güzelliğinin binde birini bile anlatmaya cesaret edemem” der. Bu son görüşmedir. Bir daha asla bir araya gelemezler. Kız, yirmi dört yaşında hayata veda eder. Ama şairin gönlünde hep canlı ve güzel kalır. Dante, bütün eserlerini o aşkın verdiği ilhamla yazar. İlahi Komedya o aşkla doğar. Bu trajik öykü, Floransa'daki Dante Kilisesi'nin bahçesine konulan sepeti bile kutsallaştırır. Şairin mezarı başındaki o sepet, karşılıksız kalmış aşk mektuplarıyla dolup taşan bir dert küpüne dönüşür.
 
Kral ya da şah olmak da bu yangının ateşinden kurtarmaz.
 
Yer bu kez Hindistan… Babür hükümdarı Şah Cihan, deliler gibi âşık olduğu, yanındayken bile çok özlediği sevgili eşini, doğum sonrası durdurulamayan kanama yüzünden kaybeder. Mümtaz Mahal'in ölümü, Şah Cihan'ı hayata küstürür. O'nun adını ebedileştirmek için Taç Mahal'i yaptırır. O aşk, Yemuna nehrinin kenarında yükselen ve şehrin her tarafından görülebilen Taç Mahal’le ölümsüzleşir.
 
İngiliz Kralı 8.Henry’nin aşk gözünü öyle kör eder ki, gözü ne kiliseyi görür ne de papayı… Her şey Henry'nin, Anne Boleyn'e âşık olmasıyla başlar. Kıza sahip olmak ister. Ama Boleyn "nikah olmadan asla" der. Oysa kral o sırada bir başka kadınla evlidir; Boleyn’le evlenebilmek için mevcut eşinden boşanması gerekmektedir. Kral, bu emelini gerçekleştirebilmek için Vatikan Kilisesinden boşanma izni ister. Ama kiliseden beklediği fetva gelmez. Çünkü Katolik nikahında boşanma yoktur. Bu yasak, Henry'yi çileden çıkarır. Afaroz edilme pahasına Vatikan’ın aldığı kararı tanımaz. Tutar, İngiltere'de Anglikan Kilisesini kurar.  Bu kilisesinden aldığı fetvayla mevcut eşini boşar ve Anne Boleyn'le evlenir. Bu aşkın ilk meyvesi Anglikan mezhebi olur. İkincisi ise İngiltere'de kraliyet soyunun değişmesine yol açan 1.Elizabeth…
 
8. Henry’den sadece üç yaş küçük olan Kanunî Sultan Süleyman’ın, bir köy papazının devşirme kızı olan Aleksandra’yı, Hürrem adıyla tanıyıp âşık olması, yalnızca iki insanın hayatını değil, bir milletin kaderini de değiştirir. Şöyle ki, Hürrem, yalnızca Kanunî’nin kalbini yakmakla kalmaz; o aşktan aldığı güçle, padişahın başka kadından olan oğlu Şehzade Mustafa’nın da başını yakar. Sarı Selim’e sultanlık yolunu açan bu evlat katli, cihan imparatorluğunda yükselmenin sonu, duraklamanın başlangıcı olur.
 
Güneş batmayan ülkelerin cihangirlerini dize getiren aşk, Fransa’da da -güncelliğini hiç yitirmeyen- bir düşünürün doğmasına yol açar…  Kimden mi söz ediyorum? Tabii ki Montesqıeu’dan…Üstelik O’nu tarih sahnesine çıkaran bu öykü uzak bir coğrafyada ve çok eski bir çağda yaşanır. Yani, İran'da kanat çırpan bir kelebek, Fransa'da fırtına koparır.
 
Süreç şöyle işler: Eşi tarafından aldatıldığını öğrenen İran Şahı Şehriyar, bütün kadınlara düşman kesilir. Her gece bir başka kadınla olur. Her şafakta geceyi birlikte geçirdiği kadını idam ettirir. Onlarca kadının kurban edildiği bu süreçte, nihayet bir gün sıra Şehrazat adlı genç bir kıza gelir. O gece şahın odasına giren genç kız dahiyane bir şey yapar. Şafak sökmeden bir masal anlatmaya başlar. Gün ağarır ama masal bitmez. Şah, bitmeyen masalın sonunu dinleyebilmek için, Şehrazat'ın idamını bir sonraki güne erteler. Şehrazat, sonraki gece yarım kalan masalı tamamlar ama sonunu getirmeyeceği yeni bir masala başlar. Bu şekilde her gece devam eden ve fakat sonu getirilmeyen masallar, Şehriyar'ı kıza aşık eder. Şahın bir süre sonra "anlatma sonunu kıyamam sana" deme noktasına geldiği bu masallar dünya edebiyat tarihine muhteşem bir masal külliyatı kazandırmakla kalmaz, masalsı bir aşkın da hikayesi olur. İran’dan Paris’e giden iki acemden bu masalları dinleyen Montesqıeu, o masallardan aldığı ilhamla Acem Mektupları'nı yazar. Kitap, Fransa'da büyük bir yankı uyandırır. Kendisini, Yasaların Ruhu'na götürecek üne kavuşur. O yankı, o çağla sınırlı kalmaz, "kuvvetler ayrılığı" kavramıyla demokrasinin temel ayracı olur. Geçtiğimiz yüzyılda Sezai Karakoç, “Sen Şehrazat bir lamba, bir hükümdar bakışında / Bir ölüm kuşunun feryadını duyarsın" dizeleriyle yönümüzü bir daha Şehrazat'a döndürür.
 
Kuşkusuz, aşk yangınlarının ölümsüzleştirdiği kadınların sayısı üçle beşle sınırlı değil. Şarkılardan, şiirlerden ya da başka eserlerden yola çıkarak dilediğiniz kadar örnek bulmakta; bu çarpıcı örneklerden hareketle oluşturulan yargıya, "bütün genellemeler yanlıştır, bu da dahil" sözüyle karşı çıkmakta mümkündür. Ama insanlık tarihindeki ilk cinayetin bir kız uğruna işlendiği ve son peygamber Hz. Muhammed'e, bu dünyada sevdirilen üç şeyden birinin kadın olduğu hatırlanırsa, herhalde bu yargı havada kalmaz. 
 
Yoksa yanılıyor muyum?      
 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir