MERAL YAĞMUR
Kırık Dalların Sessizliğinde…
Bazen insanın içi, rüzgârın kopardığı bir yaprak gibi savrulur; nereye konacağını bilmeden, sessizce kendi ağırlığını tartar.
Kalabalıklar arasından süzülürken bile içinizde büyüyen o derin boşluk, size bir şeyler fısıldar: “Dur… biraz kendine bak.” Çünkü hayat, adına gün dediğimiz akışlardan öte, içimizde biriken kırıklarla, iyileşmeyen çiziklerle ve yeniden başlamanın cesaretiyle şekillenir.
Bir yanımız alışmış yokluklara, bir yanımız hâlâ eksik kalanlarda.
Zaman, "geçip-giden" bir devir-daim olmamıştır artık; içimizde ağırlaşan bir yük gibi durur.
Gurbete sadece şehirler değil, insanlar da dâhil oluyor çoğu zaman. Kimileri gidiyor, kimileri kalıyor ama hiçbir şey eskisi gibi olmuyor.
İşte tam bu eşikte, insan kendi gölgesine bile yabancılaşır bazen. Dışarıdaki soğuk, içimizdeki mesafeye karışır. Sesler susar, zaman ağırlaşır. Ama yine de bir yerlerde, içinizin en kuytusunda usulca kıpırdayan bir umut vardır. Yorulmuş ama vazgeçmemiş, kırılmış ama yeniden filizlenmeye niyetli…
Ve o iç ses, kimi zaman fısıltıyla, kimi zaman çığlıkla şunu hatırlatır: “Düşüyorsan bile, kendine doğru düş. Çünkü bu yol, herkesin gidip senin kaldığın yerde başlar.”
Yalnızlığın ortasında, kendinizi dinlemeyi öğreniyorsunuz. Kalabalıkların içinde bile sustuğunuzda, içinizden bir başka ses konuşuyor:
“Hayat kısa, sal gitsin.”
Ama insanın içinde başka bir direnç vardır; salmakla teslim olmak arasında sıkışan bir direnç. Çünkü ömür, yalnızca geçip giden günlerin toplamı olmamıştır hiçbir zaman; tutunmakla vazgeçmek arasındaki o ince çizginin hikâyesidir.
Elini uzattığın dal çoktan kırıksa, artık bilirsin ki tutunmak bazen kendini yaralamaktır. Ve beklemek… Kırık bir dalın, tutunacak bir el arayışı kadar umutsuz olur kimi zaman.
Ne kadar dirensen de bazı şeyler senden gitmek için yaratılmıştır.
Gerçekle yalanın birbirine karıştığı bir çağda yaşıyoruz. Yaşamak bile sanki bir sahnenin içinde oynanan, son derece başarılı ve alkışlardan beslenen bir tiyatro gibidir.
Ve insan bazen, değmeyecek şeylere kalbini yorar; önem vermemesi gereken ayrıntılarda tükenir. Bir tebessüm, bir söz, bir vefa umuduyla çırpınır durur. Sonra bir bakar ki, yaş almış ama yaşadıklarını yanında taşıyamamış. Zaman geçmiş, ama içindeki yaralar hâlâ tazedir. Olmamış gibi yapmak ister, unutur gibi davranır; ama kalp, unutmanın en beceriksiz hafızasıdır.
Ne kadar bastırırsan bastır, bazı şeyler içte kanar… sessizce, derinden.
Bir gün dönüp bakarsın geriye; kimin kaldığını, kimlerin çoktan gittiğini anlarsın. Bir zamanlar yanındaymış gibi duran insanların, aslında çoktan yolunu ayırdığını fark edersin. Gözlerinin içine bakarken bile senden uzakmış bazıları; o vakit anlarsın. Meğer insan yalnızca kayıplarla değil, kalmayanlarla da eksilirmiş.
Elinde harcanmış bir ömür kalır: boşa düşen çabalar, içi dolmayan umutlar… Ziyan olmuş gençliğini düşünürsün; kendini adadığın insanların seni bir cümlede unutuşunu. Bir tebessüm uğruna verdiğin yıllar gelir aklına ve aniden, kendi kendine sorarsın: “Bunca emeği kim için vermişim?”
İşte o noktada anlarsın; herkes bir şekilde kendini haklı çıkarır hayatta. Kimse kendini kötü bilmez, kimse yanlışını taşımaz. Bir tek sen kalırsın ortada, elinde doğruluğun sessiz ağırlığıyla.
Bir köşede oturur, kendi hikâyene seyirci olursun. Bir zamanlar başrol sandığın yerin, aslında figüran köşesi olduğunu görürsün.
Ve içinden bir şey çekilir usulca… O eski güven, o saf inanç, o sorgusuz fedakârlık…
Birden fark edersin: Artık ne değer kalmış içte ne umut ne de koşulsuz bağlılık.
Ama tuhaf bir huzur çöker ardından; Mevlânâ’nın dediği gibi: “Yıkıldığın yerden kalk; çünkü orası senin yeniden doğduğun yerdir.” hâsılı yıkıldığın yer, yeniden doğacağın yerin tam üzerindedir.
Aslında yok olan, sadece insanlar değildir ki; senin eski hâlindir, senin saf kalbin, senin koşulsuz inancın. Ama belki de kaybetmek, yeni bir başlangıcın habercisidir. Sıfırdan başlamak korkutucu sayılmaz artık, çünkü kaybedecek bir şey kalmamıştır. Ve insan bazen en dibe vurduğunda, kendi derinliğini fark eder.
Bir insanın en iyi bildiği şey, kendisidir aslında. Nice gürültülerin, nice yargıların arasında unutulur bu hakikat; oysa insanın en kadim vazifesi, nefsini bilmektir.
Sokrates’in çağlardan süzülen sesi kulak verir o vakit: “Kendini bil.” der.
Birilerinin seni şöyle bilmiş, böyle anlamış olması neye yarar? İtibar, başkalarının dilinde bulunmaz; insanın kendi vicdanındadır.
Mühim olan, kimin ne düşündüğü değildir elbet; mühim olan, senin neye inandığındır. İnancın sarsılmaz olduğunda, yollar kendiliğinden açılır; kapılar ardına kadar aralanır, çünkü kalb-i selimin anahtarı imanla iradedir. Yeter ki inandığın yolda yürümeye devam et; zaman, sabırla yürüyenlerin kadirşinas dostudur.
Unutma ki, insanın kendine ettiği zulüm, çoğu zaman sessizlikle başlar. Bedelini kendi onurunla, haysiyetinle, akıl sıhhatinle ödediğin her şey pek pahalıdır. Hiçbir kazanç, ruh huzurunun yerine geçmez. Ve en büyük zenginlik… ne malda aranır ne mevkide;
en büyük zenginlik öz kabuldür.
Kendini affedebilen, eksik yanlarını bağrına basabilen insan, dünyanın en ağır yükünü taşımaktan kurtulmuştur. Çünkü öz-kabullenme, insanın kendiyle barış imzalama merasimidir. Ve o barıştan sonra, dış dünyanın bütün gürültüsü anlamını yitirir.
Nitekim Resul-i Ekrem (s.a.v.) buyurmuştur:
“Kendini bilen, Rabbini bilir.”
Bir insanın, kendisi için yapması gereken en büyük ihsan, kendine dürüst olabilmesidir.
Zira insan, evvelâ kendi içindeki yalanı tanımadan dış dünyanın hakikatini göremez.
Kendine yalan söyleyen, başkasına doğruluk dağıtamaz; kendi nefsini kandıran, âlemin sesindeki hikmeti duyamaz.
Çünkü dürüstlük yalnız bir ahlâk meselesi değil, bir ruh terbiyesidir. İnsan, kendi iç âleminde hakikati inkâr ettiği sürece, dış dünyada hiçbir gerçeği idrak edemez.
Belki de hakikat, önce kendi kalbinde yüzleşmeye cesaret edenlere açılır.
Ve belki bundan sonrası, kalanlara ziyan sayılmaz; kendine vefa olmanın vaktidir artık.
Bana göre, bazen yeniden başlamak, yeniden doğmaktan daha asil bir cesarettir.
Kim bilir… Belki bu kez, kırık dallara değil, kendi köklerine tutunursun.
Kalbî selâm, bâkî muhabbet ile…
Asanatlar "şiirden sinemaya" 

Bir insanın kendini kendine araması yaradana ne kadar yakın olduğunu gösterir. Oysa gidenler de kalanlar da onun eseri değilmi.
Yazarımızı tebrik ediyor, başarılarının devamını diliyorum.