Ünlü Yazar Harper Lee Vefat Etti

“Bülbülü Öldürmek” romanıyla 1961 Pulitzer Edebiyat Ödülü’nü kazanan ünlü yazar Harper Lee
89 yaşında hayatını kaybetti.
 
“Bülbülü Öldürmek” ve  “Tespih Ağacının Gölgesinde” kitaplarının yazarı Harper Lee aramızdan ayrıldı. 1961’de ‘Bülbülü Öldürmek’ adlı romanıyla Pulitzer Ödülü kazanan Lee, bu romanından sonra 55 yıl boyunca kitap yayınlamamıştı.
 
Ünlüyazar Harper Lee, 28 Nisan 1926’da, Monroeville, Alabama’da doğdu.
 
1949 senesinde New York’a taşınan Lee, yazarlık kariyerinde ilerlerken burada bir havayolunun rezervasyon görevlisi olarak çalıştı.

8 sene sonra, sonradan ona Pulitzer Ödülü’nü kazandıracak olan Bülbülü Öldürmek’i  J.B. Lippincott & Co.’ya gönderdiğinde ise, ‘tekrar yazması’ söylendi. 1960 senesinde aynı yayıncı tarafından basılan kitap çok ses getirdi.

Modern Amerikan edebiyatının klasiklerinden biri kabul edilen roman, Lee'nin 1936'da on yaşındayken yaşadığı bir olayı temel alıyor ve olayları, Maycomb adlı hayali bir kasabada yaşayan küçük bir kızın gözünden anlatıyordu. Dünya çapında milyonlarca satan eser en çok satılan romanlardan biri kabul ediliyor. 
 
"Bülbülü Öldürmek", 1962'de yönetmen Robert Mulligan tarafından beyaz perdeye uyarlanmıştı. Gregory Peck'in başrolünü oynadığı film, 8 dalda Oscar'a aday gösterilmiş ve 3 ödüle layık görülmüştü. 

2007 senesinde felç geçiren Lee iyileştikten sonra doğduğu şehre geri dönmüştü. 
 
Bülbülü Öldürmek’ten 55 sene sonra, 2015 yılında, Tespih Ağacının Gölgesinde  romanını yayınlayan Lee’nin yeni kitabı edebiyat dünyasında coşkuyla karşılanmıştı.
 
_______________________
 
Amerikan edebiyatını derinden sarsan ve bugüne dek 60 milyondan fazla satan “Bülbülü Öldürmek” ve geçtiğimiz günlerde yayınlanan “Tespih Ağacının Gölgesinde” nasıl yazılabildi? Harper Lee; “Benim İçin Noel” öyküsünde anlatıyor:
 
HARPER LEE
Benim İçin Noel
 
Birkaç yıl önce, New York’ta yaşayıp bir havayolu firmasında çalışırken, Noellerde Alabama’ya gidemiyordum; hatta bırakın Alabama’ya gitmeyi, günlük izin bile alamıyordum. Evinden uzak bir Güneyli için New York’ta Noel geçirmek hüzünlü olabiliyor; ama bu hüzün evden uzak, tuhaf bir yerde olmaktan değil, tam tersine sahnenin çok aşina olmasından kaynaklanıyordu:
 
Noel alışverişindeki New Yorklular da ağırkanlı Alabamalılarla aynı kararlılıkla hareket ediyorlardı; Salvation Army bandoları ve Noel şarkıları zaten dünyanın her yerinde aynıydı; yılın o zamanında New York sokaklarını ıslatıp pırıl pırıl parlatanla kışın Alabamalı çiftçilerin tarlalarına yağan aynı yumuşak yağmurdu.
 
Evden uzak olduğum için Noel’i özlediğimi sanıyordum. Oysa özlediğim bir hatıraydı, göçeli yıllar olmuş yaşlıların hatırası, büyükbabamların kuzenlerimle, saparnayla ve ökseotuyla dolup taşan evlerinin hatırasıydı. Av çizmelerinin seslerini, birden açılan kapıdan içeri dolan çam iğnelerini ve istiridye sosu kokusunu bıçak gibi kesen buz gibi rüzgârı özlüyordum. Ağabeyimin Noel gecesi öncesi takındığı o dürüstlük maskesini ve babamın “Neşe Dolsun Dünya” şarkısını mırıldanan bariton sesini özlüyordum.
 
New York’tayken genellikle günümü ya da günden geriye ne kalmışsa artık, Manhattan’daki en yakın arkadaşlarımla geçiriyordum. Halleri vakitleri yerinde olan genç bir çifttiler. Bu durum dönem dönem değişebiliyordu, çünkü ailenin reisi yaşamını yazarlık gibi istikrarsız bir işten kazanıyordu. Çok zeki ve enerjikti; tek kusuru sözcük oyunlarından fazla hoşlanmasıydı.
Hem bir yazarda, hem de birilerine bakmakla yükümlü insanlarda pek rastlanmayacak değişik bir yönü vardı; korkusuz bir iyimserliğe sahipti – şu bir şeyi dilersen olur tarzında değil de ulaşılabilecek bir hedef belirleyip o yolda riskleri göze alabilen tarzda. Cüretkârlığı bazen arkadaşlarının dudağını uçuklatıyordu – o koşullarda yaşayan başka kim Manhattan’da bir ev almaya kalkardı ki? Parlak önderliği sayesinde bu da başarılmıştı: Gençlerin çoğu böyle şeyleri sadece hayal etmekle yetinirken o ailesi için hayal ettiklerini gerçekleştirmiş ve insanoğlunun ayak bastığı toprağın sahibi olma yönündeki o ilkel dürtüsünü tatmin etmişti. New York’a Güney Batı’dan gelmiş ve tüm Güney Batılılar gibi Doğu’daki en güzel kızı bulup evlenmişti.
 
Bu peri misali muhteşem kadın, iki güçlü kuvvetli oğlan doğurmuş; o oğlanlar da büyüdükçe en sert elin annelerininki olduğunu öğrenmişlerdi. Bu koca yürekli kadın mutfakta uzun saatler geçirir, ailesi ve arkadaşları için muhteşem lezzet harikaları yaratırdı.

Bu güzel çift maddi manevi çok sağlıklı oldukları gibi son derece faal yaşamlarında da pek mutluydular. Beni onlara çeken ortak ilgi alanlarımızın yanı sıra sevgiydi: Aramızda sürekli okuyacak bir şeyler geçerdi elden ele; aynı filmlerden, oyunlardan ve müziklerden hoşlanıyorduk; aynı şeylere gülüyorduk… sahi ne çok gülüyorduk o günlerde.
 
Beraber geçirdiğimiz Noel’ler basitti. Hediyelerimiz için bir dolarlık üst sınır belirlemiş ve işi bir yarışmaya çevirmiştik. En çılgın hediyeyi en ucuza kim alacaktı? Noel’in esas keyfini çıkaranlar çocuklardı, ki bence de öyle olmalıydı. Çocuklar için düzenlenen bir gün olmasının dışında Noel’in anlamı üzerine düşünmeyi bırakalı uzun yıllar olmuştu. Bana göre Noel sadece eski aşkların ve boş odaların hatırasıydı; her yıl tuhaf bir sızıyla yeniden uyanan o geçmişle birlikte hatıralarımı da içime gömmüştüm.
 
Bir Noel vardı ki, hepsinden farklıydı. Şanslıydım. Bütün gün izinliydim ve Noel Arifesini de onlarla geçirmiştim. Sabah küçük bir elin yüzümü mıncıklamasıyla uyandım. Elin sahibinden tek duyabildiğim “kalk” oldu. Aşağı indiğimde Noel Baba’nın getirdiği cep roketlerini ve uzay ekipmanlarını gören küçük oğlanların yüz ifadelerine şahit oldum. Başta oyuncaklara çekine çekine dokundular. Kontrolleri bittiğindeyse her şeyi salonun ortasına taşıdılar.

Çocuklar hediyelerin devamı da olduğunu keşfedene kadar şamata koptu. Babaları hediyeleri dağıtmaya başladığında, kurnazlıkla bulduğum ucuz hediyelerin nasıl karşılanacağını düşündükçe kendi kendime sırıtıyordum. Baba için 35 sente bir Sydney Smith portresi almıştım; anne içinse usanmadan arayışlarımın meyvesi olarak Margot Asquith’in Bütün Eserleri’ni bulmayı başarmıştım. Çocuklar hangi paketi açacaklarına karar verememenin sancılarını çekerken ben de bekliyordum; annelerinin koltuğunun yanında ufak bir hediye yığını olduğunu fark etmiştim, ama henüz bir tane bile almamıştım. Göstermemeye çalışsam da zaman geçtikçe hayal kırıklığım artıyordu.
 
Uzun bir bekleyiş oldu. Sonunda anneleri, “Seni unutmadık. Ağacın üstüne bak,” dedi.
Ağacın üstünde adıma bir zarf vardı. Açtım ve içindeki notu okudum: “İstediğini yazabilmen için işinden bir yıllık izin. Mutlu Noeller.”
“Ne demek bu?” diye sordum.
“Ne yazıyorsa o,” dediler.
Bunun bir şaka olmadığına beni temin ettiler. Bu yıl iyi kazanmışlardı. Kenara bir şeyler koyabilmişlerdi ve artık benim için bir şey yapmaları gerektiğini düşünüyorlardı.
“Benim için bir şey yapmak derken, ne demek istiyorsunuz?”
Aslını söylemek gerekirse –madem sormuştum– benim gerçekten yetenekli olduğumu düşünüyorlardı ve…
“Buna nasıl karar verdiniz?”
Dediklerine göre beni tanıyan herkes için bu barizdi, yeter ki durup bakmaya zahmet etsinler. Bana olan inançlarını en güzel şekilde göstermek istiyorlardı. Bir kitap bile satıp satamamam önemli değildi. Zanaatımı öğrenmem için, düzenli bir işin kaygılarından uzak, eksiksiz ve adil bir hayat ihtimali sunmak, bir şans tanımak istiyorlardı bana. Hediyelerini kabul eder miydim? Hiçbir şartı, koşulu yoktu. “Lütfen, sana sevgimizi göstermemize izin ver…”

 
Boğazım düğümlenmişti. Nihayet konuşabildiğimde, delirdiniz mi, diye sordum. Bu işin bir yere varacağını nasıl düşünmüşlerdi? Öyle savuracak paraları yoktu. Bir yıl uzun bir zamandı. Ya çocuklar kötü bir hastalık geçirirlerse? İtirazlarım peş peşe yığıldıkça her biri reddediliyordu. “Hepimiz genciz,” dediler. “Ne olursa olsun baş edebiliriz. Bir felaket durumunda her zaman bir iş bulabilirsin. Tamam, istersen borç gibi düşün. Sadece kabul etmeni istiyoruz. Sadece bırak sana inanalım. Kabul etmek zorundasın.”
 
“Bu müthiş bir kumar,” diye söylendim. “Çok büyük bir risk.”
Arkadaşım gözlerini salonda gezdirdi, parlak Noel ambalaj kâğıtlarının altında yarı gömülü oğullarına baktı. Gözleri, karısınınkilerle kesişince parladı ve güven dolu bir bakış paylaştılar. Daha sonra bana döndü ve sakin bir şekilde; “Hayır, tatlım. Risk yok. Biz eminiz,” dedi.

 
Noel Günü New York’ta pek beklenmeyecek şekilde kar yağıyordu. Yaşadığım mucizeden sarsılmış halde pencereye gittim. Sokağın karşısında Noel ağaçlarının yumuşak siluetleri seçiliyor; çocukların gölgeleri şöminenin ışığıyla birlikte yanımdaki duvarda dans ediyordu. Yeni bir hayat şansı, tam ve adil. Cömertlikle değil sevgiyle verilmiş. Dudaklarından dökülen sana olan inancımız sözü. Yüzlerini kara çıkarmamak için elimden geleni yapacaktım. Aşağıdaki kaldırıma hâlâ kar yağıyordu. Kahverengi çatılar yavaş yavaş beyaza büründüler. Uzak gökdelenlerin ışıkları bir yolun ıssız sonundaki sarı işaretler halinde parlıyordu ve ben pencerede durmuş ışıklara ve kara bakarken eski bir hatıranın sızısının ebediyen geçtiğini hissettim.Türkçesi: Barış Cezar
 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir