Köstekli Saat

YASEMİN BAHAR
Köstekli Saat | ÖYKÜ |
 
Omzuma dokunan elle irkilmiştim. Elimdeki tostu saklamaya çalışarak anlamsızca baktım elin sahibine. Derin derin nefes alıp verişinden öfkeli olduğunu anlamıştım. ‘Bu kaçıncı şikâyet Eylül? Yine kafileyi takip edememişsin! Yine kaybolmuşsun! Üstelik sorulan sorulara tatmin edici cevaplar vermek yerine uzaklara dalıp, sessiz kalmışsın! Kimse senden zayıflamanı, koşmanı istemiyor Eylül. Biraz özen, biraz ilgi! İyi kızsın, bilgilisin, dilin de epey akıcı ama olmuyor böyle, üzgünüm! Ofise uğra bu ay ki paranı versinler, sonrası sen sağ biz selamet!’ Arkasını dönüp, söylenerek uzaklaşmıştı omzumdaki elin sahibi. Yutkunamamıştım bile. Tek bildiğim yine bir işten daha kovulmuştum ve sebep yine bendim. Uzun mesafeyi yürümemi engelleyen kilom, dalıp dalıp gitmelerim, turistlerle yeterince ilgilenememem… 
 
Tostumun son lokmasını, ayranımın son yudumuna yine denk getiremiyorum. Ayranı hemen bitirenlerdenim ben de. Öyle bir çoğunluğun arasında yer almaksa garip bir şekilde yalnız olmadığımı hissettiriyor bana. Bir konuda da olsa çoğunluğa uyabildiğim için şanslı sayıyorum kendimi. Yapacak bir şey yok. Tartıya çıkınca anlıyorum bedenimin ağır olduğunu. Genç sayılabilecek bir yaşta, bu kiloda olmak üzmüyor aslında beni suçlunun hormonlarım olduğunu biliyorum. Gerçek suçludan diğer insanlar bihaber olunca sıkıntı başlıyor. ‘Yine de’ diyorum ‘Yine de hakaret işitmeden kovuldum. Bu da iyi bir şey sonuçta’ ve kalkıyorum oturduğum yerden.
 
Mevsimlerden Sonbahar, aylardan Eylül. Yani aylardan ben’ im. İsmim Eylül. Her Eylül’de yaprak dökmeye başlarım ben. Yavaştan solarım önce, sonrasında kahverengiye dönerim ve en sonunda tutunduğum daldan yere düşerim. Böyle bir zamanda kaybettim teyzemi. Beni anlayan, dinleyen, neşelendiren, bana cesaret veren, tek dostumu böyle bir havada kaybettim. Yürüyorum düşen yaprakların arasında. Bir elim cebimde. Diğer elimse sallanıyor boşlukta. Adımlarıma ters bir şekilde ileri geri gidiyor. Adımım öndeyse elim arkada kalıyor. Elim öndeyse adımım arkada… Başımı öne eğdiğim bir anda siluet beliriyor yanımda. İrkiliyorum, içim ürperiyor. Başımı kaldıramıyorum. Cılız bir sesle ‘Kimsin?’ diyebiliyorum. Adımlarım duruyor. Siluet de benimle birlikte duruyor. İrkilmem yerini tedirginliğe bırakıyor. Sırt çantamda spreyim. Spreyim sırtımdaki çantada. Ulaşmamsa saniyeler alacak. Sesimi sertleştirmeye çalışarak ‘Kimsin?’ diyebiliyorum tekrardan. Hâlbuki başımı çevirsem göreceğim yanımdakini. Ama çevirmiyorum başımı.
 
Heyecan mı katmak istiyorum olaya yoksa gerçekten mi korkmaya başladım kestiremiyorum. ‘Ben senim’ diyor sesin sahibi. Cevap veremiyorum. Ağzımı açsam sözcükler çıkacak belki ama yok, olmuyor kımıldatamıyorum dudaklarımı. ‘Ben senim!’ diyor ses tekrardan. Boşta kalan elimi kaldırıp yanağımı çimdikliyorum. Yanağımın acısından anlıyorum rüyada olmadığımı. Korkunun ecele faydası yok deyip derin bir nefes alıyorum. Ve usulca başımı sola çeviriyorum. Ayakucundan başlıyorum incelemeye. Yukarı daha yukarı baktıkça dehşete düşüyorum. Buğday bir ten, omzuna değmeyecek kadar kısa saçlar, minik bir burun, kepçeyi andıran kulaklar, sağ yanağın kenarındaki gamze ve anlamsız derecede anlamlı bakan ela gözler. Gözlerin hafiften çekik olması da dâhil birebir ben!
 
 ‘O kadar çok çalışıyorsun, o kadar çok yıpranıyorsun ki kendimi hatırlatmak istedim sana. Nasılsın?’ Kendimle karşılaşmak mı daha şok edici yoksa birinin bana nasılsın diye sorması mı? İşte bu ikilem içinde anlıyorum o gözlerdeki anlamsızlığı. Uzun zamandır kimse bana ‘Nasılsın?’ diye sormamıştı. Teyzemin vefatından sonra yanıma gelip sırtımı sıvazladılar, başın sağ olsun dediler, sarıldılar, Allah sabır versin dediler… Ama nasılsın diye sormadılar. Bu soruyu yine bana benim soruyor olmam biraz manidar olmadı mı sayın okur? Tamam, acı zaman geçtikçe azalıyor lakin o ilk sızı içinde bir yerlerde yaşamaya devam etmiyor mu? Bendeki durum da bu aslında. İlk sızı aynı derecede değilse de, ısı kaybına uğramış olsa da yine de sızı halinde duruyor sol yanımda.
 
Derin bir nefes alıp karşımdaki benin omzuna dokunuyorum. ‘Merak etme, yalnız değiliz. Bizi gören birisi var ve O elbet bize bir çıkar yol gösterecektir. Üzülme artık’ diyorum. Kurduğum cümlede sadece bizi gören birisine inancım tam. Sol elimi tekrardan cebime koyuyorum ve sanki bir arkadaşa rastlamışım da, yanından ayrılıyormuşum gibi yürümeme devam ediyorum. Beni arkada bırakarak, kendimle yola devam ediyorum.
 
Yapraklar düşüyor. Usul usul geçiyor zaman. İnceden bir yağmur başlıyor. Koşsam da, yürüsem de aynı ıslanacağım. Yanımda bir şemsiyem yok. Yavaş yavaş yürümeye devam ediyorum derken karşı yoldan koşarak yanıma bir erkek çocuğu geliyor. Derin derin nefes alıyor. Belli ki yorulmuş. Tam önümde durup, gözlerime dikiyor gözlerini. Anlamıyorum ne yaptığını. Tepki de veremiyorum öylece kalakalıyorum. Cebimdeki elime uzanıyor ve avucumun içine bir köstekli saat bırakıyor. ‘Bunu senden er ya da geç alacağım abla, n’olur ona ve düşüncelerine iyi bak.’ diyor ve demesiyle koşmaya kaldığı yerden devam etmesi bir oluyor. ‘Seni nasıl bulacağım?’ diye sesleniyorum arkasından tüm gücümle. ‘Merak etme abla, köstekli saat beni bulur’ diyor ve solundaki sokağa dönüp gözden kayboluyor.
 
Bir adam koşarak çıkıyor karşı yoldan. Üzerindeki deri ceketi pul pul olmuş. Öfkeli bir şekilde yanıma geliyor ‘Bacım ufak bir çocuk gördün mü buralarda? Hayallerimi çaldı benden! Gördün mü bacım, erkek çocuğuydu?’ diye soruyor. Elimdeki köstekli saati cebime atıyorum el çabukluğu ile ve başımı iki yana ‘Bilmiyorum’ anlamında sallıyorum. Sokaktaki tek insan benim, o yüzden mi bunlar başıma geliyor anlamlandıramıyorum. Tek bildiğim bir an önce ofise varmam gerekiyor. Cebimdekiyle ne yapacağımı ise hiç bilmiyorum. Vardır elbet bu işte bir hayır diyerek ilk gelen otobüse binerek uzaklaşıyorum oradan…
 
***
 
Kendiliğimden uyanıyorum. Alarm olmadan uyanmak güzel olsa da, bir işimin olmadığını idrak etmek hiç de hoş bir duygu değil. Etrafa bakınıyorum, yatağımın keyfini çıkarmaya çalışırken komodinin üzerindeki bir not ve ufaklığın bana verdiği köstekli saat çekiyor dikkatimi. Nota uzanıyorum ilk önce ‘Çarşıya kadar gidiyorum çok geçmeden dönerim. Annen.’ Köstekli saate uzanıyorum. Ne olabilir bu saatin sırrı? İncelemeye başlıyorum. Eskiden her dedede olan saate benziyor. Bir işvesi, bir gizemi yok gibi. Neden saatin gizemli olduğunu düşündüm bilemiyorum. Bir şey başıma geldiyse illa bir sebebi vardır. Buna inananlardanım. O sebepten de saati kurcalamaya devam ediyorum. Belli ki pilin ömrü sona ermiş, saat onu on geçe durmuş. Sabah mı on yoksa akşam mı Allah bilir orasını. Saatin arka kapağında bir gariplik söz konusu. Sanki dokunsam açılacak gibi. Tırnaklarımla uğraşmak bana acı olarak geri dönüyor. En iyisi mi bıçak gibi kesici bir aletle denemek.
 
Yatağımdan kalkıyorum ve saatin kurulan kısmını çeviriyorum belki çalışır diye. Ve hayret, ibre hareket etmeye başlıyor. Ufak da olsa bir sevinç kaplıyor içimi. Gülümsüyorum. Kahvaltıda omlet olsa ne güzel olurdu diye iç geçiriyorum. İçim de geçiyor. Tekrardan gözlerimi açtığımda kolumdaki saat onu on geçiyor. Az önce saat onu gösteriyordu. On dakika daha uyumuşum demek ki. Gülümseyerek mutfağa yöneliyorum ve gözlerime inanamıyorum; Annem kahvaltı sofrası hazırlamış bana ve masada dumanı tütmeye devam eden bir tava omlet var! Allaaahh diyerek yumuluyorum kahvaltıya. Yediklerime dikkat etmem gerektiğini biliyorum lakin bu omlete de ekmek dayanmaz!
 
Saati yeniden alıyorum elime. Yine kuruyorum ve saat yeniden çalışmaya başlıyor. Tik taklara kendimi vermişken, dünkü yaşadığım olay geliyor aklıma. N’olurdu sanki zayıflamayı başarabilseydim. O zaman ne kafileden geri kalırdım, ne de yolumu kaybederdim. On kilo yaa on kilocuk inebilseydim ne muhteşem olurdu. Çok yedim sanırım. İçim geçiyor. Gözlerimin kapanmasına mani olmuyorum ve olduğum yerde şekerleme yapmama izin veriyorum. Telefonuma gelen e-mail sesiyle uyanıyorum. Gece uyuyana kadar yeni başvurular yapmıştım. Onlardan bir tanesi görüşmeye çağırıyor, hatta direkt havaalanına gidip turist kafileyi karşılamamı söylüyor. Ayağa kalktığım gibi soluğu odamda alıyorum. Hem şık hem zayıf görünebileceğim siyah kumaş pantolonumu ve kurtarıcı beyaz gömleğimi giyiyorum. Aynaya baktığımda bir terslik varmış gibi hissediyorum. Pantolonumun beli bol geliyor. Olacak iş değil. Hemen çıkarıp iğne iplikle pens atıyorum ve tekrardan giyinip dışarı çıkıyorum. Çıkmadan anneme not bırakmayı da ihmal etmiyorum.
 
Köstekli saat avucumun içinde durmaya devam ediyor. Neden bilmem bağımlılık yaptı. Saat durdukça tekrardan kuruyorum. Onu kurunca da hayallerim sıraya diziliyor. Sonrasında hafif bir uyku bastırıyor. Uyandığımda bir şeyleri değişmiş buluyorum ama pek üzerinde durmuyorum. Adamın hayallerimi çaldı demesine hala bir anlam veremiyorum.
 
Havaalanına vardığımda kafileyi buluyorum ve ne yapmam gerekirse onu yapıyorum. Kilolarıma aldırmadan gülümseyerek konuşuyorum. Kendime yeniden güvenmeye çalışıyorum ve ödülünü de alıyorum. Bu sefer aldığım işten memnun kalıyorlar. Turistleri güzelce havaalanından alıp otellerine yerleştirdim. Geziye ise yarın çıkacağız. Selçuk, Efes her yeri gezmek istiyorlar. Umarım gücüm buna yeter. Sadece ufak bir sorunum var o da kelimeleri anımsayamamak. Sular seller gibi konuştuğum dili şuan takılarak konuşuyorum. Bunun neden olduğu ise muamma. Sanırım çok gayret sarf ediyorum, strese de girdim. Kesin bu yüzden anımsamakta zorlanıyorum kelimeleri, başka bir açıklama bulamıyorum.
 
Güne yeniden alarmla uyanmak gibisi yok. Köstekli saatimi avucuma almadan önce aynaya bakıyorum. Gözle görülür bir değişiklik var sanki bende. Yanağımı sıkıyorum o tombul halinden eser yok. Vücudum desen elli bedenden, kırk bedene düşmüş gibi. Seviniyorum elbette bu duruma ama içimi huzursuz eden bir şeyler de var. Nasıl zayıflıyorum ki ben? Uyuyarak mı? Her zaman ne yiyorsam onu yiyorum. Beslenmemde bir değişiklik yok. Hareketlerim de aynı. Hayatımdaki tek değişiklik doktorun ısrarla verdiği hormon düzenleyici ilaçlarını, düzenli olarak almam! Tamam, kafilenin ardında kalmıyorum artık bilakis önlerinden bile gidebiliyorum ama… Yoksa? Denemeden bilemem elbette. Yatağıma tekrardan otuyorum. Ve köstekli saati kuruyorum. Bir hayal kuruyorum. İçinde güzel bir gökyüzü var. Lunaparka gidiyorum. İşi asmıyorum bilakis iş beni asıyor. Lunaparkta doyasıya eğleniyorum. Gözlerim kapanıyor. Oturduğum yerden kalkamadan yatış pozisyonunu alıyorum ve içim geçiyor.
 
Telefon çalıyor. Telefon hala çalıyor. Telefon çalmakta ısrar ediyor. Gözlerimi hafifçe aralayıp açma tuşuna basıyorum. ‘Eylül hanım bugün ki gezi iptal oldu. Turistlerimiz akşam ki yedikleri yemekten zehirlenmişler. Dinlenerek geçirecekler bugünü. Siz de dinlenebilirsiniz. İyi günler.’ Ne olduğunu anlayamadan annem kapıyı tıklatarak içeri giriyor. ‘Eylül kızım, bugün işe gitmeyeceksen dışarı çıkalım. Canım gezmek istiyor. Otur otur bunaldım. Teyzeni gördüm rüyamda, abla çık dışarı Eylül’ü de almayı unutma diye tembihledi. Ruhuna Yasin okuyup gönderdim mekânı Cennet olsun inşallah kardeşimin. Hadi kalk lunaparka gidelim. Seversin sen orayı.’
 
Annemle kol kola girmiş bir şekilde çıkıyoruz dışarıya. Hava mis gibi. Yazdan kalma bir günün izlerini taşıyor adeta. Gökyüzünde kuşlar uçuşuyor. Otobüsten indikten sonra palmiyelerin arasından giriyoruz lunaparka. Fuar zamanı olmadığından oyuncaklar çalışmıyor lakin çalışanlardan birkaçı orada. Annemle güç bela alıyoruz bileti. Annemin en sevdiğine biniyoruz. Ege Güneşine. Dönme dolap yükseldikçe ruhumuz da yükseliyor. Tüm İzmir ayaklarının altındayken nasıl yükselmez ki ruhumuz? Elbette kuşlar gibi özgür değiliz, demirden yapılmış dolabın içindeyiz. Yine de insan olarak gökyüzüne yaklaşıyor olmak özgürlük sayılıyor bizim için. En son çocukken gelmiştik. Yani sıkıldığımda soluğu burada alırım ben orası ayrı. Annemle en son çocukken gelmiştik. Büyüyünce insan ilk önce annesinden uzaklaşıyor sanırım. Kokusunu özlediğin, sürekli yanında olmasını istediğin anneden ayrılmak büyütüyor belki de bizi ve büyüyünce ilk iş anneden uzaklaşmak oluyor, kim bilir. Nankörlük mü bu? Sanırım insanın doğası deyip geçiştirmekte fayda var sayın okur.
 
Son günlerde pek süzüldün sen Eylül’üm. Bir derdin bir sıkıntın mı var yoksa?’
 
‘Yok anne, iyiyim.’
 
Eski halinden eser yok annem. Kıyafetlerin bol gelmeye başladı. Tombik yanakların minnacık kaldı.
 
‘…’
 
Şu an çok ilginç bir şeyi deneyimliyorum; konuşamamayı! Sesim içime kaçıyor. Dudaklarım oynuyor lakin sesim çıkmıyor. Anneme bir şey çaktırmamaya çalışıyorum. Etrafı seyrediyormuş gibi yapıyorum. Köstekli saat geliyor aklıma. Kurduğum hayal. Kurduğum hayali yaşadığım geliyor aklıma. O hayalin tam da ortasındayım. Ama iç huzurum yerini huzursuzluğa bırakmış durumda. Saati yeniden kuruyorum ve olması güç bir hayale dalıyorum. Safranbolu sokaklarında geziyormuşum mesela. Oraları anlatırken nasıl da keyif almıştım. Çinliler ve Japonlar çoğunluktaydı. Kaldığım konakta inanılmaz lezzetli yemekler yemiş, lezzetli saatler geçirmiştim. Yine orada olmayı istiyorum. Hayalse hayal. Hadi bakalım köstekli saat göster gücünü! Dönme dolaptaki uykunun tadını bilmiyordum, saat sayesinde onu da tadıyorum.
 
***
 
Seyir Tepe’deyim. Közde pişmiş orta şekerli kahvemi yudumlarken, Safranbolu’yu izliyorum. Dışarıda oturmak için mevsim şartları uygun değil. Üzerime aldığım şal ile mevsime ayak uydurmaya çalışıyorum. Üç gündür o kadar çok yeri gezdik ki – Safranbolu çarşısı, Cam Teras, Kent Müzesi, Cinci Hamamı, Güneş Saatinin olduğu Köprülü Mehmet Paşa Cami’si, Yazı köy – yorgun düştük turistlerle birlikte. Onlar şuanda dışı taştan, içi ahşaptan yapılma konakta dinleniyorlar. Bense masanın üzerinde duran köstekli saat ile birlikte manzaranın keyfini çıkarmaya çalışıyorum. Çin’den gelen kafile ikiye bölünmüş; bir grup İzmir’i turlamak isterken diğer grup Safranbolu’ya gelmek istemiş. Daha önceden gelip gezdiğim için Safranbolu’ya gelen kafilede ben de varım. Böylelikle son kurduğum hayal de gerçekleşmiş oldu. İçim ürpermiyor değil. Buraya geldiğimden beri saati kurmaya cesaret edemiyorum. Kelimeleri unutmaya devam ediyorum. Ve tuhaf bir şekilde saatle bağlantısı varmış gibi hissediyorum.
 
Saati kurdukça hayalim gerçek oluyor olmasına ama sonradan öğrendiğim kelimeleri hatırlamakta güçlük çekiyorum. Bu zaman zaman konuştuğum dili de etkiliyor. Bu döngüye inanmalı mıyım? Saati kur, hayale dal, sonrasında hayalini yaşarken bir takım aksilikler seni bulsun! Hayat gibi değil mi sayın okur? En çok istediğin şeye ulaştığında mutlaka bir yanın eksiktir. Bu da onun gibi bir şey mi? Anlıyorum. Anlıyorum anlamasına ama ne yapmam gerektiğini kestiremiyorum. Saat. Köstekli saat. Onunla geçirdiğim vakitlerde kendime olan güvenim tavan yapıyor. Daha doğrusu emin adımlarla ilerliyorum. Acımsa biraz olsun hafifliyor. Dalıp gitmiyorum eskisi gibi. İlgim dağılmıyor. Kilo vermem kolaylaştı gibime geliyor. Teyzem düşüyor yeniden aklıma… Teyzemin hayatımdaki yerini az da olsa size anlatabilir miyim? Teşekkür ederim.
 
Teyzemle aramızda mesafeler vardı. Aynı şehirde yaşamıyorduk. Rakamların ifade ettiği mesafeleri, yürek tanımıyordu elbette. Bedenimiz uzak olsa da, gönlümüz yan yanaydı. Elimize aldığımız telefonu elimizden bıraktığımızda kollarımız uyuşmuş oluyordu. O anlattıkça ben dinliyordum, ben dinledikçe o daha çok anlatıyordu. Söz dönüp dolaşıp bana geldiğinde ise kimseye karşı düşmeyen çenem ona karşı düşüyordu. Açamazdım yüreğimi kimselere. Teyzem istisnaydı. İster sağlık sorunu olsun isterse gönül yangını. Hiç fark etmez her konuda kılavuzum olurdu. İşte ondandır o gidince yalnız kalışım. Söylesenize hayatınızı bunca dolduran bir insan, hayatınızdan bir anda çıkıp giderse siz ne yapardınız? Sessizleşirdiniz değil mi benim gibi? Yalnızlaşırdınız. Dudaklarınız kıpırdamaz, her gününüz bir önceki günün aynısı olurdu. Bana olan da buydu aslında… Ama şimdi karşıma çıkan köstekli saat neden bilmem nefes aldığımı hissettiriyor bana. Bir hayale inanmak güçtü benim için. Kurduğum hayaller ya yarım kalır ya da kurulduğu anda yerle bir olurdu. Şimdi. Şimdi kurduğum hayali yaşıyorum. Bu bana nefes aldırıyor.
 
Köstekli saate bakıyorum yeniden. Acaba diyorum, acaba geçmişe dair hayal kursam, geçmişe gidebilir miyim? Bunu Seyir Tepe’de denemem pek de uygun olmaz. Kahvemin yanında ikram edilen suyu yudumlayıp, kalkıyorum yerimden. Şalımı daha bir sarıyorum bedenime zira rüzgâr üşütmekten ziyade kesiyor vücudumu. Kulaklarımı hissetmiyorum artık. Ellerimle kulaklarımı kapatıyorum. Keşke diyorum beremi alıp da çıksaydım. Merdivenlerden inip taşlı yola çıkıyorum.
 
Mahallelerden geçerken garip bir duygu hissediyorum. İzmir’de olmayan bir koku var burada. Hem yalnızlık hem tarih hem yaşanmışlık kokusu… Duraklar bile ahşaptan yapılmış. İlk geldiğimde de şaşırmıştım duraklara, şimdi de şaşırıyorum. Ve tuhaf bir şekilde mutlu oluyorum, yeniden. Çok geçmeden kaldığımız konağa ulaşıyorum. Konağın sahibi İsmail abi yine gülümseyerek karşılıyor beni. Ben de gülümsemesine karşılık vererek, odama yöneliyorum. Üç katlı ahşap konağın her bir yanında naftalin kokusu var. Duvarlarda tablolar, yerde tahtadan yapılmış bir beşik, pencere kenarlarında saksılarda çiçekler. Her katın holünde sedir var ve pencereden tüm Safranbolu sokakları görünüyor. Odama giriyorum. Anahtarımın olduğu anahtarlıkta yün ipten yapılmış gelincik işlemesi var. Kaldığım odanın da ismi gelincik. İsmail abi ve eşi konağın tüm odalarını adlandırmışlar. Kardelen, Menekşe, Yonca… En sevdiğiniz çiçek neyse o oda sizin oluyor. Gelinciği tercih ettim ben. Kırmızıyı severim, ondan sanırım.
 
Saatimi alıyorum elime. Saatim derken iyice benimsedim galiba saati. Yatağıma uzanıp, uzandığım yerden saati kuruyorum. Gözlerimi kapatıp, teyzemle bir araya geldiğimiz Didim tatiline doğru yolculuğa çıkıyorum. O sene çok eğlenmiştik birlikte. Denize girmek için tatile gidenlerden değildik biz. Millet denize girerken, biz deniz kenarında kiraladığımız evde, çiğdem eşliğinde sohbete dalardık. Hayalimden çok geçmişteki anıma gidiyorum bu sefer. O günleri yeniden yaşıyorum. Hayret, içim geçmeye başlamadı. Bilakis gözlerim açılmakta ısrar ediyor. Bir kez daha canlandırıyorum hafızamda o günleri. Gözlerimi kontrol edemiyorum ve açılıyorlar. Aynı yerdeyim. Kırmızı renkteki yastığın üzerinde uzanıyorum. Tek bir fark var ortalık kararmış. Havanın kararmasına daha çok vardı hâlbuki. Saatin etkisi mi acaba diye düşünüyorum. Hayatımda bir şey değişmediği için anlıyorum ki köstekli saat geçmişe gidemiyor. Demek ki diyorum zaman makinası gibi çalışmıyor saat.
 
Aklıma düşüyor saatin arkasındaki açılabilir gibi duran kısım. Sahi, ben açmaya çalışacaktım ama unutmuşum. Etrafıma bakınıyorum, kesici bir şeyler var mı diye. Yok, bulamıyorum. Koşarak iniyorum merdivenleri ve İsmail abiden rica ediyorum; köstekli saatimin arkasında bulunan kapağı açmasını. Ardiyeden getirdiği aletlerle epey uğraşıyor. Sonunda da başarıyor. Tahmin ettiğim gibi saatin bir kapağı var. İçine bakmadan teşekkür ediyorum İsmail abiye. ‘Rica ederim Eylül kızım, akşam yemeği vaktinin geçmesine az kaldı otur da sofrayı hazırlayayım’ diye karşılık veriyor. Yeniden teşekkür ediyorum. Aklımda şuan köstekli saatimin arka kapağı varken nasıl yemek yemeyi düşünebilirim ki?
 
Geldiğim hızla çıkıyorum merdivenleri ve odama girip kapıyı kapatıyorum. Derin bir nefes alıp saatin kapağını açıyorum. Kapağın oyuk kısmında bir resim var. İyice yaklaşıyorum resimdekileri görebilmek için. Gözlerime inanamıyorum. Teyzemle Didim tatilindeyken çekildiğimiz resim çıkıyor karşıma. En sevdiğim resimlerden birisiydi. Gözlerimizin içinin bile güldüğü o nadir anlardan bir kareydi. Ne olduğunu idrak edince saati fırlattım elimden. Neler oluyordu böyle? Anılarıma gidemiyordum ama anılarım bana mı geliyordu? O çocuk kimdi? Neden çıkmıştı karşıma? Köstekli saatin gizemi neydi? Bir an önce İzmir’e dönmeliydim. İzmir’e dönmeli ve o çocuğu bulmalıydım.
 
Bütün bunların bir anlamı olmalıydı. Korkmaya başlamak için erken miydi yoksa korkmak için geç mi kalmıştım? Hiçbir şey bilmiyorum. Saatin sert tarafında bir söz yazıyordu, göz ucuyla görmüştüm. Lakin saati elime almaya cesaret edemiyorum. Derin bir nefes alıyorum ve ellerimin titremesine aldırmayarak saate uzanıyorum. Fotoğrafa bir kez daha bakıyorum. İçimdeki korku dağılır gibi oluyor. Teyzemin gülen yüzünü görmek ne zaman mutlu etmedi ki beni? Yine yapıyor. Beni yine mutlu ediyor. Yanımda olmasına gerek yok. Hayatta da olmasına gerek yok. Kalbimde yaşıyor. Evet, teyzem benim kalbimde yaşamaya devam ediyor! Bunu anlamak, idrak etmek neden bu kadar uzun sürdü ki? Başımı iki yana sallıyorum. Bu düşüncelerini dağıt komutu oluyor. Yazıya odaklanmaya çalışıyorum. Yazının boyutu küçük olduğu için okuyamıyorum. Hayır, yazıyı okuyamıyorum! Harfleri tanımıyorum! Haydaa! Köstekli saatin diğer yüzü mü bu? Yine yaptı işte. Mutlu ederken beni yine mutluluğumu kursağımda bıraktı. Bu kez de okumayı unuttum sanırım. Umarım geçicidir. Geçicidir umarım…
 
***
 
Hangi sokakta karşılaşmıştık? Sabahtan beri dört dönüyorum sokakların arasında. O günü yeniden canlandırmaya çalışıyorum hafızamda. Tamam, hatırladım. Sonbaharın azizliğine uğramış olan yaprakların arasında yürüyordum. Kendimle karşılaşmıştım. Ağaçlı yoldu. O yolun karşısındaki sokaktan da çocuk koşarak yanıma gelmişti. Sola dönüp yürümeye devam edersem, ağaçlı yolda olacağım. Evet, tam şuan oradayım. Yapraklar düşmeye devam ediyor. Yapraklarımı döktüm sanırım ben de. Yüreğimde ne kadar solmuş yaprak varsa hepsi dökülmüş durumda.
 
O günden bu güne çok şey değişti. Hem bedenen hem de ruhen. Değiştim. Diyetle yapamadığımı köstekli saat ile yapabildim. Zayıfladım. Öyle sıfır beden filan değilim. Sadece artık tombik diye seslenemeyecekler bana o kadar. Annem hemen hemen her sabah omletli kahvaltı eşliğinde işe uğurluyor beni. Köstekli saatin burada pek bir işlevi olmadı sayılır. Lunaparka gitmemde etkisi var mı onu da kestiremiyorum. Annemle gitmemde parmağı olabilir. Safranbolu’ya gitmem ise tamamen köstekli saat yardımı ile oldu. Böyle söyleyince de içim huzursuz oluyor. Saat bir şey yapmadı aslında. Ben gerçekten ama gerçekten inanarak bir şeyleri istedim, arzuladım. Böyle olunca da Rabbim gerçekleştirdi. İnanmak başarmanın yarısıdır sonuçta değil mi sayın okur? Demek doğru düşünceye doğru yol alıyorum. Peki. Köstekli saatin içinden teyzemle olan resmimin çıkmasını nasıl açıklayacağız? Zamanı mı var. Ona da peki.
 
Etrafıma bakınıyorum. Yine kimsecikler yok benden başka. ‘Ben de varım’ diyor bir ses. Arkamı dönüp bakıyorum. Ve evet, yine ben! ‘Merhaba’ diyorum bu kez. Şaşırmıyorum. İrkilmiyorum da. Sanki her gün görmeye alışmış olduğum arkadaşımı selamlar gibi selamlıyorum kendimi.
 
Merhaba, iyi gördüm sanki seni. Nasılsın?’ diyor o da beni yadırgamıyor belli ki.
 
Daha iyiyim. Ve sana söylediğim gibi bizi gören Birisi var ve bize yeni bir yol açtı.
 
Artık elindekine ihtiyacın yok o zaman.
 
 ‘Evet, bu saat bana unuttuğum bir şeyleri anımsattı. Yeniden nefes almayı hatırlatırken, acıyla nasıl başa çıkabileceğimi öğretti.
 
İnandık ve başardık diyelim o zaman. Bir daha kendimi hatırlatmak durumunda kalmam umarım. Hoşça kal.’
 
Gözlerimi açtığımda kaldırımda otururken buldum kendimi. Ne olmuştu da yine uyumuştum? Saati kurmadığım halde bir hayale mi dalmıştım acaba? Tek istediğim ufaklığı bulmaktı. Bir dakika saat, köstekli saatim nerede? Elimde yok. Ceplerime bakınıyorum, yok. Orada da yok. Başımı iki yana dönüyorum. Yere bakıyorum, kaldırıma. Ayağa kalkıyorum.
 
Soldaki sokağa dönen bir çocuk çekiyor dikkatimi. Ağır adımlarla ilerliyor. Bense hızlı adımlarla peşinden gidiyorum. Saati elime tutuşturan çocuğun ta kendisi! Sokağı döner dönmez duraksıyorum. Çocuk bir kadınla konuşuyor. Kadın çocuğun başını okşuyor. Çocuk kadının elinden öpüyor. Kadın çocuğa bir zarf uzatıyor. Çocuk başını iki yana sallasa da, kabul ediyor zarfı ve saati sımsıkı elinde tutarak uzaklaşıyor. Sesim çıkmıyor. Hiçbir şey diyemeden orada öylece dikiliyorum. Kadın bana bakıyor. Ben kadına bakıyorum. Gözlerim nemleniyor. Dudaklarım aralanıyor ve ‘Anne’ diyebiliyorum… Günler sonra okumayı başardığım saatin arka kapağındaki söz uğulduyor hafızamda; ‘Geçmez dediğin ne acılar gün gelir geçer. Sen sevmeye devam et, yüreğinde yaşamama izin ver. Teyzen.
 
 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir