MEHMET TOYGAR ÖZDEMİR
Bal Ülkesinde Bir Kraliçe
-Honeyland (Bal Ülkesi) filmi-
Issız bir köy. Taşlarına sinmiş bir kadın sesi. Rüzgârın bile adını bildiği bir yalnızlık. Dağların arasında unutulmuş bir taşlık. Elektriği yok, suyu yok, sesi yok. Ama bir kadın var: Hatidzhe Muratova. Yalnızlığına eşlik eden bir köpek, bir radyo, bir baraka ve bir anne. Hatice, terk edilmiş bir coğrafyada yalnızca insanlardan değil, zamanın kendisinden de uzak yaşıyor. Ama onun yalnızlığı, sessizliğin içinde yankılanan bir şarkı gibi. Arılar, bu şarkının en sadık dinleyicileri. Her biri bir düşünce, bir özlem, bir çocukluk anısı gibi uçuşuyor etrafında. Kovandaki uğultu, onun iç sesidir. “Yarısı bana, yarısı sana,” derken yalnızca balı değil, hayatı da bölüştürüyor. Çünkü Hatice bilir; paylaşılmayan şey çürür. Bal bile.
2019 yapımı Honeyland (Bal ülkesi), Makedonya’nın kırsalında geçen, üç yıl boyunca gözlemle çekilmiş bir belgesel. Yönetmenler Ljubomir Stefanov ve Tamara Kotevska, bu sessizliğe kulak veriyorlar. Görüntü yönetmenleri Fejmi Daut ve Samir Ljuma, ışık kullanmadan, doğanın kendi ritmine dokunmadan, yalnızca izleyerek anlatıyorlar. Hatidzhe Muratova, Nazife Muratova, Hussein Sam ve Ljutvie Sam’ın oyuncu olarak yer aldığı film, klasik belgesel kalıplarını kırıyor. Ne anlatıcı sesi var ne açıklayıcı metin. Sadece yaşamın kendisi var. Bu yaşam, bir kadının doğayla kurduğu derin ilişki üzerinden akıyor.
Hatice, doğaya uyumlu arıcılık yapıyor. Ama bu yalnızca geçim kaynağı değil. Arılarla konuşuyor, onları seviyor, onlara dert yanıyor. Kovandan balın tamamını almıyor. Çünkü biliyor; aç kalan arılar saldırganlaşır. Doğanın dengesi, insanın tok gözlülüğüne bağlıdır. Hatice, bu dengeyi koruyan bir arı işçisi. Ama aynı zamanda bir kraliçe. Yaban hayatın kraliçesi.
Yönetmenlerin en başta dikkatini çeken, Hatice’nin annesiyle kurduğu ilişki olmuş. Yönetmen Kotevska, “Hatice’nin işçi bir arıya olan benzerliği karşısında şaşkına düştük. Anne Nazife ise kraliçe arıya benzetiliyor. Nazife hiç evden çıkmasa da bilgeliğiyle kızına kriz anlarında rehberlik ediyor. Komşularıyla yaşadıkları sıkıntılar da arılarla paralellikler kurarak yansıtılıyor. Sam ailesinin köydeki varlığı, Hatice’nin arılarına saldıran diğer arı kolonisi gibiydi. Çekimler sırasında bu karşılaştırmayı kurabilmiş olmaktan dolayı çok memnunuz,” diyor.
Belgesel, Hatice’nin yalnızlığını sessizlikle anlatıyor. Radyosundan gelen cızırtılı şarkılar, onun iç dünyasına eşlik ediyor. Annesi yatalak. Ama Hatice şikâyet etmiyor. Ona bir çocuk gibi bakıyor. Annesinin bilgeliği, kovandaki kraliçe arının sessiz hükmüne benziyor. Hiç çıkmıyor ama her şeyi yönlendiriyor. Hatice ise bir işçi arı gibi çalışıyor, taş taşıyor, bal topluyor, hayatı örüyor. Arılarla kurduğu ilişki, bir tür içsel aile kurma çabası. Her petek, eksik kalan bir duygunun telafisi. Her uçuş, gerçekleşmemiş bir hayalin izi.
Belki de hiç evlenmemiş olmanın, hiç çocuk sahibi olmamış olmanın içsel boşluğunu bu bakımda dolduruyor. Bir gün, “Keşke benim de bir oğlum olsaydı,” diyor. Komşu ailenin çocuklarından biriyle kurduğu sıcak ilişki, bu özlemi görünür kılıyor. Yönetmen Kotevska, “Hiç gerçekleşmeyen aile kurma özlemi, arılara gösterdiği sevgide vücut buluyor. Çevresinde yaşayan her canlıda mutluluk ve yoldaşlık kuruyor. Yaşadığı sürece bu şekilde tekrar tekrar mutluluğu bulmaya devam edecek,” diyor.
Belgeselde Hatice annesine, “Bana gelen evlilik tekliflerini niçin geri çevirdin?” diye sorunca annesi, “Ben değil, baban çevirdi,” diyor. Yönetmen Stefanov, “Bu bölgedeki geleneksel toplumlarda, etnik kökenden ve dinden bağımsız olarak son doğan kız çocuğun, anne ve babası ölene kadar ailede kalması geleneği var,” diyerek bu durumu açıklıyor.
Bir aile geliyor. Gürültü gibi. Yedi çocuklu, hayvancılıkla geçinen, daha fazla kazanmak isteyen bir aile. Arıcılığa da başlıyorlar. Hatice önce mesafeli. Sonra yaklaşıyor. Çünkü ses iyi geliyor. Çünkü yalnızlık ağır. Bilgilerini paylaşıyor. Ama uyarıyor da: “Balın yarısını arılara bırak.” Dinlemiyorlar. Kovandan balın tamamını alıyorlar. Arılar aç kalıyor. Hatice’nin arılarına saldırıyorlar. Doğanın dengesi bozuluyor. Hatice’nin geçimi sarsılıyor. Sessizlik, yerini çatışmaya bırakıyor.
Bu çatışma yalnızca iki komşu arasında değil. Aynı zamanda iki dünya arasında. Tok gözlülük ile açgözlülük. Sabır ile hırs. Doğayla uyum ile doğaya hükmetme. Hatice, ürettiği kadar tüketen biri. Komşusu ise daha fazlasını isteyen. Belgesel, bu karşıtlığı arılar üzerinden anlatıyor. Hatice’nin arıları düzenli, sakin, üretken. Komşunun arıları saldırgan, düzensiz, aç. Hatice’nin yalnızlığı artık sadece sessizlik değil, aynı zamanda bir direniş. Doğayı korumak, kendi içsel evrenini korumaktır.
Belgeselde konuşmalar Türkçe. Hatice annesiyle Türkçe konuşuyor. Komşu aile de Türkçe konuşuyor. Pazarda ise Makedonca ve yerel diller. Bu çok dilli yapı, bölgenin kültürel dokusunu yansıtıyor. Yönetmenler, çekim sonrası Türkçe diyalogların Makedoncaya çevrilmesinde hayrete düşüyorlar. Diyalogların derinliği, beden dilinin anlamıyla birleşince Dziga Vertov’un kuramı akla geliyor: Gerçek hayatı olduğu gibi çekip, kurguda anlam yaratmak.
Doğada yaban hayatı sürüyor. Issız bir doğanın içinde drone ile çekimde bir kadının köpeğiyle yürümesi, kayaların arasında doğal balları görmek heyecanlandırıyor insanı. Doğanın kraliçesi Hatice, arılarla dostluğunu pekiştirmiş. Onlara konuşuyor, dertleşiyor, onları seviyor. Kurduğu iletişim sıra dışı. Terk edilmiş bir köyde, tek odalı bir barakada, yatalak annesi ve köpeğiyle yaşıyor. Hatice, doğayla bütünleşmesini bilen muhteşem bir kadın. İyi kalpli, doğanın ve diğer canlıların değerini bilen, onlara sevgi gösteren bir insan. Özgüveni yüksek, cesur ama yalnız. Halinden memnun. Yalnızlığı dışında şikâyeti yok. Suyu ve elektriği yok. Zor çeken bir radyosu var. Dinlediği şarkıları yalnızlığına meze ediyor. İhtiyaçlarını bal götürüp sattığı Üsküp pazarından elde ediyor.
Honeyland, öğretici olmaya çalışmıyor. Didaktik değil. Ama izleyeni eğitiyor. Doğanın dilini, sessizliğin gücünü, tok gözlülüğün erdemini anlatıyor. Görsel olarak büyüleyici. Yakın çekimler doğanın dokusunu hissettiriyor. Drone görüntüleri yalnızlığın genişliğini gösteriyor. Tüm bunlar, ışık kullanılmadan, doğanın kendi ışığında çekiliyor.
Yönetmen Kotevska bir röportajında, “Hatice, arılara ailesi gibi davranıyor, onlara çocukları gibi göz kulak oluyor. Onlar sayesinde, hayatı ne kadar zor olursa olsun, kendini yalnız hissetmiyor,” diyor. Hatice, bir anlatı kahramanı değil. O, gerçek bir insan. Ama anlatısı, kurmaca kadar güçlü. Belgesel, onun yalnızlığını, cesaretini, sevgisini, direnişini görünür kılıyor. Sonunda, bir taşın üzerine yazılmış gibi kalıyor izleyenin zihninde:
“Yarısı bana, yarısı sana.”
Bu belgesel, yalnızca bir kadının değil; doğanın, sessizliğin, sabrın ve sevginin hikâyesi. Belki de en çok, arıların. Çünkü onlar, bu hikâyenin hem tanığı hem taşıyıcısı. Hatice’nin yalnızlığı, doğayla kurduğu bu metaforik ittifakta anlam buluyor. O yalnız değil. Çünkü arılar var. Çünkü doğa var. Çünkü sessizlik, bazen en gürültülü dosttur.
Honeyland, izleyene yalnızlığı öğretmiyor; yalnızlığın içindeki anlamı gösteriyor. Doğayla kurulan bağın, insanın içsel boşluklarını nasıl onardığını anlatıyor. Her kovanda bir hikâye, her uçuşta bir özlem, her sessizlikte bir direniş var. Hatice’nin yaşamı, doğanın ritmiyle örülmüş bir şiir gibi. Bu şiirin her dizesi, “Yarısı bana, yarısı sana,” diyerek paylaşılıyor.
Belki de bu yüzden Honeyland, yalnızca bir belgesel değil; bir ağıt, bir dua, bir içsel yolculuk. Hatice’nin taşlara sinmiş sesi, rüzgârla birlikte yankılanıyor. Biz, izleyiciler olarak, o sessizliğin içinde kendi sesimizi duyuyoruz.
Asanatlar "şiirden sinemaya" 
