Edepli Ahlakçılık

SELAHATTİN YILDIZ
Edepli Ahlakçılık
 
Yağmurun altında kalan herkes nasıl eşit bir şekilde ıslanıyorsa, içine ruh üflenmiş her nefis, insanlık erdemiyle aynı ölçüde payını alır. Payının değerini bilenler ve bilmeyenler olarak hayatına devam eder. İşte insanın serüveni burada başlıyor. Payına düşeni alıp onu hayatına katıp daha kıymetli hale getirmek. Ya da katamayıp değerinin farkında olmadan heba olup gitmek.
 
İnsanlar, hayat, inanış ve kültürel anlamda aynı şartlarda dünyaya gelmezler. Ancak insan olma vasfını taşıması hususunda aynı vicdani kodlara sahiptirler. Buna örnek olarak annelik duygusunu verebiliriz. Bir anne ister zengin ister fakir ister ilkel ister modern bir dünya da yaşasın çocuğuna beslediği merhamet hissi aynıdır. Bu öğrenilen bir duygu değil bizzat maruz kalmakla açığa çıkan özelliktir. Merhametin kartopu gibi büyümesi annelik duygusundaki merhameti geliştirmek kendi evladına verdiğini başka insanların evladına vermesiyle büyür ve gelişir. Sadece kendi evladına merhamet gösteren anne, o merhameti budar ve gelişimini engeller.
 
Bir inanca sahip olmasına rağmen ahlaki değerlerin bazen inançsız bir kişinin ahlaki değerinden daha az olduğunu gördüğümüz örnekler çoktur. Elbette din öğretileri ahlak üretir ancak önemli olan o dinin ürettiği ahlaka sahip olmaktır. Öncelikle şunu belirtmekte fayda var. Dinin edep dediğine felsefe ahlak der. Hz. Muhammed'in ve tüm peygamberlerin edep dairesi içinde insanlığa anlattığı etik kurallar, Platon, Spinoza ve birçok felsefecinin ahlak tanımıyla etik bir elbiseye bürünmüştür. Şahsi kanaatim şudur ki, dinlerin edep olarak sunduğu yaşam etiği toplumların içinde gezerek bir ahlaki anlayışı da doğurmuştur. Yani dinle yolu kesişmemiş bir kişi, geçmişten gelen bilgi, görgü ve kültürlerin etkileşimiyle toplumsal nezaketin ve adaletin kaçınılmaz kurallarına saygı duymanın erdemine ulaşa bilmiştir.
 
Konuyu din, felsefe ve ahlak sac ayağı üzerine oturtursak sanırım yere daha sağlam basmış oluruz. Yoksa ayağın biri havada kalır ve maksadımıza ulaşmakta zorlanırız. Semavi dinlere inanan insanlar yaşam kılavuzlarının peygamberler aracılığıyla gönderdiğine inanırlar ve bunun ilahi bir emir olması nedeniyle itaatle tatbik ederler. Semavi dinlere inanan insanlar edep dairesi içinde kalıp, hak, adalet, nezaket kurallarına uyduğu gibi, bu inanç öğretisine kültürel olarak inanıp gereğini yerine getirmeyenlerle de karşılaşırız. Aynı şekilde bir dine ait olmayan kişinin de hak, adalet ve toplumsal nezakete uyduğunu görebiliyoruz.
 
Asıl konumuz şu ki, neden dinlerin edep dairesi içinde ortaya çıkardığı etik değerlere, dinle alakadar olmayan kişilerin daha fazla hassasiyet göstermiş olması. Belki içinizden bunu da nereden çıkardın diyerek beni gavur sevicisi olarak nitelendiren olacaktır. Ancak dünya geneline şöyle bir baktığımızda birçok toplumun devlete, millete ve insana olan saygı ve hak anlayışı İslam toplumlarından daha fazla gelişmiştir. Kitabı bozulmuş bir batı toplumu neden kitabı bozulmamış İslam coğrafyasından daha ahlaki durumda. Neden cami önüne çocuk bırakan anneden daha şefkatlidir onu bulan merhamet.
 
Mesela neden Japonya da görevini iyi yapmadığını düşünen bir kişi intihar ederken, bizde istifa etmeyi bile düşünmüyor. Neden, Avrupa'da bir vatandaş vergi kaçırmaktan sakınırken bizde vergi kaçırmak bir maharet! Neden, İslam olmayan toplumların çoğunun sokakları temizken bizde poşetler havada uçuşuyor. Güzel ahlakı tamamlamak için gönderilen peygamberimiz çıkıp gelse, onu hepimiz İslam olmayan toplumlara karşı mahcup ederiz. Bunu yapmaya ne hakkımız var.
 
Ali Şeriati, "İnsanın Dört Zindanı" kitabında insanı şöyle tarif ediyor. "Dünya da beş milyar beşer var ve bunların çok azı insandır" Beşer olmak ile insan olmanın arasındaki farka dikkat çekiyor. İki ayağı üzerinde duran, konuşan, duyan, gören, yiyen, üreyen ve başka bir gayesi olmayan varlık beşerdir. İnsan ise başkalarının acısını hisseden ve ona çözümler arayandır diye açıklar. Acı hisseden beşerdir, başkalarının acısını hisseden ise insandır. Yani insan olmak öyle sanıldığı kadar kolay bir meziyet değildir.
 
Ayakkabı tamircisi bir amca, çöplerin içindeki ekmekleri toplayıp kuşlara veriyorum derken kendini tutamayıp ağlayarak, ekmeği nasıl atıyorlar diye hayıflanıyor. Aslında o amca Afrika'daki açlığı içselleştirmiş ve eli onlara ulaşmadığı için o ekmekleri kuşlara veriyor. Şeriati'nin tanımına göre ekmeği atan beşerdir o ekmeği çöpten çıkartıp kuşlara veren de insandır.
 
Üzerinde durmak istediğim konu neden hak din olan İslam'a inanan toplumların ahlakı, inanmayan toplumlardan daha az. Oysa İslam dini, adaleti, insan hakkını, kadın hakkını, hayvan hakkını, toplum hakkını korumayı öğütlerken neden İslam toplumu dışındaki toplumlar kitabın emrine daha çok uyuyor. Bu sözü söylerken inanın içim huzursuz oluyor. Amerika'da bir üniversite de hoca olan İranlı akademisyen Hüseyin Asgari, hangi ülkelerin yasaları Kuran'ın ölçülerine uyuyor diye bir araştırma yapıyor. Yapılan araştırma da İslam ülkeleri alt sıralarda kalıyor.
 
Hiçbir problem birden ortaya çıkmaz. Her şeyin mutlak bir geçmişi vardır ve oraya gitmeden bugünü anlamak güçtür. Bu konu üzerinde düşünürken son zamanlarda biraz araştırma fırsatı bulduğum konu, sanırım bana bir ip ucu verdi. İslam tarihinde ilim adamlarının İslam’ı yaşama esasları üzerine ortaya koyduğu fıkıh usulleri bir çok problemin ortadan kalkmasına sebep olmuştur. Hepsinin gayretinin doğruyu bulmak maksatlı olduğuna şüphemiz yoktur. Ancak çözüme kavuşturulduğu düşünülen meselelerin günümüz bakış açısına göre tekrar gözden geçirilmesi gerektiği de zannımca bir ihtiyaçtır. İmam Ebu Hanife bir konu hakkında bir karara vardıktan sonra şöyle bir şerh koyar. Benim bu meseledeki kanaatim budur, ancak tekrar düşünülmesinde fayda olabilir.
 
Aslında Ebu Hanife bize kapının açık olduğunu göstermiştir. Ancak Ebu Hanife'den sonra içtihat kapısı kapanmıştır diye bir kanaat ortaya çıkmasıyla birçok konu konuşulmaz hale gelmiştir. İslam dünyasında birçok alim bilime katkı sağlamıştır. Yazdıkları kitaplar birçok batı okullarında okutulmuştur. Ancak içtihat kapısı kapandı düşüncesinden sonra felsefe ve düşünce bir nevi askıya alınmıştır. İbn-i Haldun ve İbn-i Rüşd gibi düşünürlerin kitapları yüzyıllardır yasaklanmıştır. Yazının girişindeki yağmur metaforu işte bu dönem kendini göstermiştir. Rahmet yağarken şemsiye açanlar kuru kaldı, ıslananlar ise büyüyüp serpildi. İslam bir yaşama şeklidir. Bu nedenle sadece ibadet değil sosyal meseleler üzerine de eğilir. İbadet ve sosyal meseleleri incelerken kantarın topuzunu kaçırmış olan eski alimler işin şirazeden çıkışına sebep olmuştur. Devletlerin sağlam olması için sadakati liyakatin önüne geçirerek ahlaki çöküşün de temellerini atmış oldular. Hele ki bu senin mezhebin benim meşrebim noktasına geldiğinde ise tas kırıldı su tamamen döküldü.
 
Toplumların bir medeniyete dönüşümü sadece bilim, teknik ve zirai alanda değil ahlak olarak da gelişimiyle mümkündür. Konumuz genel itibariyle ahlak olsa da bir bütünün parçası olduğunu unutmayalım. Kanatlarına adil davranmayan kuş uçamaz der Mevlâna. Bir değere ait olmakla o değere sahip olmak aynı değildir. Sadece aidiyet duygusuyla ve kültürel olarak bir inanca sahip olmak erdemli bir birey olmak için yeterli kalmıyor.
 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir