Dide Giryân Sine Püryân

ABDULBARİ KARABEYESER Dide Giryân Sine Püryân

ABDULBARİ KARABEYESER
Dide Giryân Sine Püryân
 
Bu fenâ gülzâra herkiz meylimiz yoktur bizim
Anlamaz hayvan olan, insan olan anlar bizi.
Niyazi Mısrî
 
Anadolu ariflerin, bilgelerin, rindmeşrep dervişlerin otağıdır. Çetelesini tutmaya mürekkeplerin kâfi gelmeyeceği bu zevat-ı kiramın meşhurlarından biri de Hazret-i Niyazi Mısrî’dir.
 
1617 ile 1694 yılları arasında yaşayan Niyazi Mısrî 1673 yılında 56 yaşındayken Rodos adasına sürgüne gönderilir. Rodos'tan sonra iki defa da Limni adasına sürülür. Onu sevmeyenler, Onu çekemeyenler istediler ki sürgünlerde unutulsun ve ölüp gitsin.
 
Erbâb-ı kemâli çekemez nakıs olanlar
Rencide olur dide-i huffâş ziyâdan
 
Kader bu ya!  Onu unutturmaya çalışanlar unutuldu, malları, mülkleri gitti, saltanatları devrildi ama Mısri hâlâ da eserleriyle, şiirleriyle, nasihatleriyle ölümsüz bir hatip misali aramızda yaşıyor ve dünya durdukça da yaşayacaktır.
Dide Giryân Sine Püryân
Ömrünün son yirmi senesi hapis, işkence ve sürgünlerde geçti. Ama O doğru bildiği yoldan sapmadı, halkın gönlüne tercüman olmaya, onlara İslamiyet’in güzelliklerini anlatmaya devam etti Ahirete irtihâli sürgüne gönderildiği Limni adasında 78 yaşındayken vuku buldu. Ölümüne yakın terennüm ettiği şu mısralar onun ruh hâlini yansıtması açısından pek manidardır:
 
            Hüdâ davet eder elhamdülillâh
            Bu cân dosta gider elhamdülillâh
            Hakikat şehrine çün rihlet oldu
            Gönül durmaz uyar elhamdülillâh
            Ölüm dedikleridir halvet-i yâr
            Kamu ağyar gider elhamdülillâh
            Ne gâm giderse dünyadan Niyazi
            Visaline erer elhamdülillâh.
 
Limni adasında ahirete irtihâl eden Mısrî 1617 yılında Malatya vilayetine bağlı Soğanlı kasabasında dünyaya gelir. Babası Nakşibendiye tarikatına mensup Soğancızâde lakaplı Seyyah Ali Çelebi'dir 
Dide Giryân Sine Püryân
Malatya'da mektep tahsili yaptığı yıllarda Halveti Şeyh Hüseyin Efendiye intisâp eder. Hüseyin Efendinin vefatından sonra babasının onu Nakşî yapmak istemesi üzerine hem ilim öğrenmek, hem de gönlüne göre bir mürşit bulmak üzere “sefer der vatan’’ düşer yollara. Diyarbakır, Mardin, Bağdat ve Kerbela üzerinden Kahire'ye giden Mısri, Ezher Camiî yakınında Şeyhuniye Medresesinde Kadirî Şeyhlerinden İbrahim Efendiye intisâp ederek o zaman hocaları sadece Mısır'da bulunan Miftah-i Ulûmi'l Gayb (Gayb ilimleri Anahtarı) ilmini öğrenir. Burada gayb ilimlerini öğrenen Mısrî aynı zamanda Ezher Camiî’nde vaazlar verir, muhitin tanınmış âlim ve sufileriyle fikrî ve ilmî münâzaralarda bulunarak kendisini geliştirir.
Mantık, kelâm, tefsir, hadis, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde ileri bir seviyeye ulaşan Mısrî'nin gönlünde günden güne artmakta olan bir mürşid-i kâmile intisâp fikri onu gittiği yerlerde fazla durdurmaz ve tekrar sefer der vatan düşer yollara.
 
Ey garip bülbül diyarun kandedür
Bir haber vir gül-ızarun kandedür
Aşk işinde kimdür üstadün senün
Bu senün sabru kararun kandedür.
 
Bu sefer ki yolculuk Anadolu'yadır ve nihayet  "Akibet şeyhim, gözbebeğim, kalbimin devası..." dediği Elmalılı Şeyh Ümmi Sinan Hazretlerine intisâpla arayışına nokta kor. Elmalı'ya gidişini ve Ümmi Sinan'a intisâbını manzum olarak şöyle ifade eder:
 
            Dost illerinin menzili key âli göründü
            Derd-i dile derman olan Elmalı göründü.
             Tutilere sükker bağının zevki erişti
            Bülbüllere cânân gülünün dalı göründü.
            Mecnun gibi sahraları ağlayı gezerken
            Leyla dağının lalesinin alı göründü.
            Ten Yakub’unun gözleri açılsa acep mi?
            Cân Yusuf'unun gül yüzünün hâli göründü
            Kâl ehlinin ahvâlini terk eyle Niyazi
            Şimden gerü hâl ehlinin ahvâli göründü.   
             
Elmalı'da Halveti Şeyh Sinan-ı Ümmi'ye intisâpla manevî kemâlâtını tamamlayan Mısrî, Şeyhinin vefatından sonra yeni bir irşâd meşalesi yakmak üzere Bursa'ya avdet eder.
Dide Giryân Sine Püryân
Bursa’da Ulu Caminin yakınında ki bir hücrede kalan Mısrî hem irşâd görevini ifâ eder, hem de maişetini temin için mum yapıp talebelerine sattırır. Kazancının çok azını kendisine ayıran Mısrî geri kalanını da fakir fukaraya dağıtıyordu.
 
Ömrünü ilme, irfâna ve İslâm ahlâkının yaygınlaşmasına vakfeden Niyazi Mısrî Hazretleri ilim cihetiyle Mısrî, mahlas münasebetiyle Niyazi, sülûkünden dolayı Uşşâki, doğumu itibariyle Malatî, ikameti yönüyle Bursevi, tarikatı nispetiyle Halvetî, meşrep itibariyle de Kadirî'dir.  
 
İyi bir vaiz, kuvvetli bir hatip, coşkun bir şair ve kâmil bir mürşit olan Niyazi Mısrî ilimde, ahlâkta, sanatta mükemmeldi. Asırlar geçmesine rağmen o hâlâ da gürül gürül akan bir çağlayan gibidir. Kitapları elden ele dolaşmakta, şiirleri ezberlenmekte, ilminden, irfânından istifade edilmektedir.
 
Aslanların kedilere boğdurulduğu bir dönemde yaşadı o. Cennet dünyayı cehenneme çevirmeye çalışanlara karşı ilmiyle, irfânıyla, cesaretiyle kalkan oldu. Korkmadı, yılmadı, pes etmedi. Çünkü rüzgâra göre yön değiştiren tiplerden değildi o. Bir dava adamıydı. Hakkın rüzgârına kapılmış ilmiyle amil müttakî bir âlimdi. Bazı noktalarda tavizkâr olmasını isteyenlere sert çıkışıyordu.  
           
Kuru dava mı sandın sen bu ilmi
Bu yola böyle mi gittiler eşrâf?
 
Çevresine hep pozitif bir enerji yaydı. Talebeler yetiştirdi, şiirler yazdı, tasavvufî, ilmî ve ahlâkî eserler kaleme aldı. Amirinden memuruna, sadrazamından padişahına herkese nasihatlerde bulundu.
 
Devlet-i dünyaya mağrur olma sen
Lezzet-i câhına mesrûr olma sen
Onları izzet sanıp hor olma sen
Âdem isen "Semme Vechullahı" bul
Kande baksan ol güzel Allah'ı bul.
 
Medresede ilim öğrendi, tekkede karar kıldı. Ama tekke ile medrese ayrımı onda yoktu. Hem zahirî ilimleri hem de batınî ilimleri sâlık verirdi. Ona göre bu iki ilim birbirini tamamlardı. Tekke ile medreseler arasında vuku bulan tartışmaları anlamsız bulur, zikri, devranı, raksı yasaklamakla meşgul devrin bürokrasisiyle başı dertteydi. Bu yüzden onu ayağında bukağılarla sürgünlere göndermeye kadar vardırdılar işi.
 
Ama o inançlarından taviz vermedi, kıl payı kadar olsun yolundan sapmadı. Rakipleri onun bu azmi ve metâneti karşısında ezilip büzüldüler. Onu ellerine zincir, ayaklarına bukağılar vurarak Rodos'a sürgüne götüren Azbi Efendi yol boyunca hâlini ahvâlini gözlemlediği Mısri'ye talebe oldu.
 
Otuza yakın eser kaleme alan Mısrî'nin en önemli yapıtları arasında şiirlerini ihtiva eden Divan'ı ile Süleyman Ateş'in "İrfan Sofraları" adıyla günümüz Türkçesine kazandırdığı Mevâidü’l- İrfân’dır. Bu eser aynı zamanda Mısrî’nin yazdığı son eser olarak da kabul edilmektedir.
 
Kitaplarının yanında bir sürü talebe yetiştirdi. Bunların başında Mısrî'nin Bursa'da tanışıp yetiştirdiği ve halife tayin ettiği Gazzî Dergâhı Postnişini Ahmed-i Gazzî ile kendisini Rodos’a sürgüne götüren Azbi Efendi gelmektedir. Azbi Efendi daha sonra hilafetnâme alarak İstanbul Merdivenköy Şahkulu Sultan diye bilinen Bektaşi tekkesinde postnişin olur. Ahmet Gazzî ile Azbi Efendi dışında İstanbullu Ali Efendi, Mehmed Dede, Tablizâde Ali Efendi, Kavala Şeyhi Mustafa Efendi, Kasım Efendi, Şenikzâde Mehmet Efendi gibi yüzlerce müridi ve halifesi bulunmaktadır.
 
Tekke-medrese tartışmalarının ayyuka çıktığı bir dönemde illa da ikisi bir arada olmalıdır diyerek Müslümanlara ışık ve nur oldu. Onun mücadelesi sonucu tekkeler birazcık olsun nefes aldı. Yasaklanan zikir, devran ve raks serbest edildi. Sokaklar yeniden zakirlerin Tevhit sesleriyle doldu. 
 
Olanca gücüyle sünneti seniyyeye intisâp etti, Kuran’a ve İslâm’a hizmet etti. Bu yolda önüne çıkan engellere takılıp kalmadı. Sürgün edildiği Limni adasında yaşayan Hıristiyan ve Ermenilere İslâmiyet’i anlatmak için orada bir tekke açarak irşada devam etti. Kefenini yanında taşıyan ilmiyle amil aksiyoner bir mücadele adamıydı. Doğduğu Malatya' da bir damla mesabesinde iken gayretli çalışmaları neticesinde giderek bir derya oldu. Dört bir diyarda adı duyuldu insanlara aşk ve hidayet rehberi oldu.
 
Onu tanıyanlar, onu görenler işte Müslüman böyle olmalıdır diyerek Azbi Efendi gibi onun deryasında damla olmaya azmettiler.
 
Halvetiye esaslarına bağlı olmakla birlikte, kendine has bir metot geliştiren Mısrî, aslında tek başına bir "mektep"  kurmuştur. "Nevi şahsına münhasır" bir Niyazi Mısrî mektebidir bu.  Bütün tarih, tabakat ve terâcim-i ahvâl kitapları ondan bahsederken onun bu yönüne işaretle Halvetiye'den ziyade Mısriye’yi yani onun ismine izafeten teşekkül eden mektebi salık verirler. Bu da onun özgün düşünce yapısının bir sonucudur.
 
Hayatıyla, eserleriyle, mücadelesiyle ve kendisinden sonraki tesirleriyle bir güzel adamdı o. Bugün onu anlatan sayısız kitap vardır.  Ancak bunların çoğunun onu anlamaktan ve anlatmaktan aciz metinler olduğu erbabının malumudur. Hazretin hayatını merak edenlere en başta Mustafa Tatçı hoca’nın “Burcu Bela’da Bir Merdi Hüda” kitabını tavsiye ederim. Bu kitabın baştan sona kadar büyük bir dikkatle okunması iyi bir “Niyazi Mısri okumalarına” temel teşkil eder.  Sonra da Emine Işınsu’nun “Bukağı” ve Sadık Yalsızuçanlar’ın “Anka “ romanı gelmelidir. Gerisi çorap söküğü gibi gelir. Onu anlamak ve yaşamak doğru bir okuma ile mümkündür. Gerisi lafügüzaf.
 
Zât-ı Hak’ta mahrem-i irfân olan anlar bizi
İlm-î sırda bahr-ı bi-payan olan anlar bizi
Bu fenâ gülzârına bülbül olanlar anlamaz
Vech-i baki hüsnüne hayran olan anlar bizi
Dünya vü ukbayı tamir eylemekten geçmişiz
Her taraftan yıkılıp virân olan anlar bizi
Ey Niyazi katremiz deryaya saldık biz bugün
Katre nice anlasın ummân olan anlar bizi.
 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir