Şeb-i Yelda

SELİM ERDOĞAN

SELİM ERDOĞAN
Şeb-i Yelda
 
belki çok yakındı uzağımda sandığım köz
belki bundandı boynumdaki keskin koku
sıcak ve soğuk ter taneleri ilk kez
yüzümde bu yüzden toplanacaktı belki
göğüslerine aldandığım dünya ellerimde kaldı
 
çünkü kırkımdan sonra başladı sekerat
daha avuçlarım kapanmadan başladı hatta
ne zaman baksam karanlık aynama
buğulu yüzünü göremezdim o saat
gecenin bir yarısı yaprak kıpırdasa artık
sen saklanma derdim ağustos kızına, saklanma ortaya çık
sesini işittiğin bir sağanak için ağlama sakın
ancak kuşlar kaybolursa farkına varırsın akşamın
gün gelir de bir yusufçuk uçtuğunda uzağa
n’olacak sanki,
yeni bir yağmur başlamaz mı sanırsın
akşam olur yine evimize döneriz nasılsa
bir kez daha alır götürür bizi şeb-i yelda
alır götürür dünyanın kıyısına usulca
artık kimse yok sayamaz rüzgârın kokusunu
ölüm varken kimse saklayamaz
şakağından okşanan taylar kadar
birden titrersin kasıklarından
atlar, atlar koşarken yanımızdan
 
          çünkü delişmenim ben
elimin değdiği herkes bu yüzden delirir birden
hem üşürüm hem de ürkerim
beni namaza sen kaldır annem
 
atlar var ya o atlar
bari beni burada bıraksınlar
bıraksınlar uzadıkça uzayan şeb-i yeldada beni
sadece kabaran ve köpüren
bir ırmağın sırtında bıraksınlar
sanki ben ayakları yere değmeyen kanamalı bir şairim
ancak ölürsem bulurlar yere bıraktığım karıncayı
bulurlar gövdeme yağmurkuşları kondukça
zaten ben koşarken aşka
aşka koşanları da yavaşlattılar
kalakaldım bir asfaltın ortasında
her yanımda rüzgâr oldu yalnızca
her yanımda “ ben buradayım! ” bağrışmaları
şafakta beni arayan
cüzamlı kızlar oldu her yanımda
 
neye yaradı alacakaranlıkta kanatlarını açıp da
bir yolcuyu gecenin ırmağına bırakmadıysa kuşlar
sorarlar bu dünyadan sana ne kaldığını annem
bize ne kaldı ki senden
 
kapısını çalmadığım kimse var mı benim
var mı bir güz günü sırtında gizlenip rüzgârın
zarif bir yaprak gibi süzülmek aşkın közüne
sen olsan işitmez miydin sesini
her geçenin peşinden
hüzünden başka ne kaldı ki bize
bize ne kaldı bu telaşeden
derin vadiler daraldığında bir nefes
nasıl ürkütürse kendinden
öylesine uzaklaştı ki herkes
gördüklerimi onlar da gördü
duyduklarımı onlar da duydu
yanlarında kısık bir ses ile sadece bunu
fısıldayıp gittiler henüz sular çekilmeden
bu dünyadan bize ne kaldı ki annem
artık anlatmaya başlar mıyız köpüren nehirlerimizden
sanki bize ne düşecek bu ömrümüzü habire öperken
habire üşürken kendi yüzümüzden bize ne düşecek
yalnızca ürkeriz uzun bir gecede, titreriz yalnızca
saymaya başlarız kendimizden uzaklaşınca
şimdi var ya annem, şimdi var ya!
çekip göğsüne dayadığın bu oğlun da
emzirmen için seni bekler bir daha
sen durma sakın
beni yeniden başlayacak bu yağmura sen uyandır
beni namaza sen kaldır annem
beni namaza sen kaldır
bir kez kavuştursan ellerini alnıma
yağmurun altında konuşmaya başlayacağım yeniden
ancak ben koşarken annem, ben koşarken atlarla
ellerimde kaldı göğüslerine aldandığım dünya
 
Hece dergisi 117. sayıdan
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir