Aşk Diyordu Şuara

SÜNDÜS ARSLAN AKÇA Aşk Diyordu Şuara

SÜNDÜS ARSLAN AKÇA
Aşk Diyordu Şuara
 
Her şair; biraz deli, biraz veli ve çokça hüzün… Kahkahaları arasında süzülen gözyaşlarına tanık olursunuz. Gözlerinde taşır bütün yükünü, çocuklaşan bakışlarına daldıkça, kendinizi dipsiz bir kuyuda bulursunuz.
 
Ki şair dostlarınız olduysa her birlikteliğiniz özleme gebe kalarak gider. Heyecanla, umutla ve belki aç, susuz gibi beklerken gidişleri yüreğinizde derin izler bırakır. Nihayetinde öyle de oldu.
Heyecanlı bekleyişim dört gün içinde kış güneşi gibi söndü. Yüreğimin yorgunluğu bedenimi aştı. Şiir meclislerinin özlemi gitmeden köşesine kuruldu. Sobadan çıkan çıtırtılar eşliğinde çayını yudumluyor.
 
Gittiniz sessiz sedasız, şiirlerinizi gömerek yüreğime. Gittiniz gelme umuduna beleyerek yüreğimi. Belkiler biriktiriyorum yine. Ömrün kalanına şiir üfleyerek…
 
“Ne zaman ay çıkar bir hüzün çöker
Aşığın, düşlere bin umut eker
İhsan et, bir gece gel ey Mahpeyker
Varsan şad olurum yoksan ölürüm // Kenan Yavuzarslan”
 
Şairin şiirlerinde, edasıyla ince ve ay parçası yüzüyle dolaşan Mahpeyker, ‘’kadın şiirdir’’ diyen başka bir şairi hatırlattı.
Şair, Mahpeyker’i yüreğimize nakış nakış işleyip gitti. Şiirin hikâyesi de şiirler kadar güzeldi. Tebessümü yüzümüze sadaka niyeti ile bırakıp…
 
Şiir yeni başlıyordu. Niksar ve Tokat’ta art arda iki gün iki gece süren şiir şölenleri yeni başlıyordu, kırk gün kırk gece sürecekmiş gibi.
 
Evet, şiir yeni başlıyordu ve şuaranın toplandığı bugünde yürekler şiir devşiriyordu. Biz susuyorduk dizeler konuşuyordu bu gece. Ruh, kana kana nasipleniyordu dizelerden.
 
Ve Sustu Kuşlar
‘’…
Hayat
Bir damla su kaçağı serinliğinde çarptı yüzüme
Denizin çalıp kaçtığı kum taneleri doldurdu gözlerimi
Acıttım büsbütün iki büklüm yüreğimi
Sıktıkça dişlerimi inci doğurdu bakışlarım
Sustu içimde kuşlar // Hava Köseoğlu ‘’
 
Parmaklarım okşuyor ağrıyan dizelerin saçlarını. Sustukça kuşlar, büyüyor çığlıklarım. Dizeler kalbimin nabzını tutuyor. Öylece bırakıyorum kendimi…
 
Derin bir suskunluk sarmalamış salonu, büyü bozulacakmış gibi. Bir güzel adam kalkıyor yerinden sahneye doğru. Duruşu mütevazı, yüreği engin… Bütün yaşanmışlıklar yüzünde yer bulmuş kendine
Dilimize dolanan o güzel türkü ki şairin yüreğinden kopup gelen dizelerden ve şairin hayatından kesitler biliyorsanız bir o kadar daha anlamlı oluyor şiir de türkü de…
‘’ yazın yağar kar başıma’’ diyor Osman Nebioğlu,
 
“Hışır Osman yanar bitmez 
Ocak içte baca tütmez 
Zalim felek sanki yetmez 
Bir de vurur yâr başıma.”
 
Bu şiir ve ezgi ile ilk görev yerim olan Erzurum’da tanışmıştım. Odur budur da söylenir dilden dile, dokunur gönüllere…
 
Alkışlar şiir içindi, şair içindi ve devamı içindi. Kendisine kalan, alkışlar bir de yürek terinden damlalar olan dizeler…
 
Zaman akıp gidiyordu. Tenler eskiyordu zaman içinde. Kıyametler koparıyordu şair, bazen de durağanlaşıyordu… Hayatın sundukları ve yerden yere vuruşları iyiden iyiye güçlendiriyordu şairi. Sabrın ve tevekkülün sırrına erince insan gülüp geçebiliyordu sıkıntılarına. Kabulleniş sarmaladıkça yüreği, sevgi bayrak açıyordu. Dört bir yanın rengârenk çiçeklerle donanıyor. Hüzün de bu bahçenin çiçeklerindendi hiç solmayan…
Ve şair bir hüzün çiçeğinden geliyordu;
 
"düşsel varlığın belki gözlerimde kalan, 
sen ey hüzün bulutum, 
sen girmeye başladın ya düşlerime, 
ben, beni unuttum
yıldızlara gözlerimi emanet ediyorum, 
çoban yıldızına ıslığımla, 
“sevda yüklü kervanlar” şarkısını dinletiyorum. 
ve her uyanışımda senli geceden 
sensiz sabaha // Nermin Akkan”
 
Öyledir…
Parmakları tütün gözleri hasret kokan bir uykusuz düş görürken gündüz vakti, bir martı simidini düşürürken denize, su yutarken bir balık, bir yalnız göğe batırırken kirpiklerini ve kararırken gün aniden; bir sahil kasabası Eylüle, Eylül güze, güz hüzne, hüzün yağmura döner yüzünü.
Birkaç damla düşer kâğıda ve adı: ‘’şiir’’ olur.’’ diyor şair; Yavuz Doğan. Ve ardından
 
‘’Seni sevmek aynada gördüğüm yüze bakıp
Kudretini yeniden anlamak Yaradan’ın
Kimliğimi sahipsiz bir yetime bırakıp
Yelkovan suretiyle sahibi olmak anın. ‘’
 
Şiir doruğa doğru tırmandıkça şairinde bakışlar bir o kadar aşağı iner. Ruhundaki inceliği ve mahcubiyeti duruşundan, gözlerinden okursunuz. Gidip gelmeler boy verir yüreğinde. Bazen an’a sığdırılan kahkahalardan gözyaşı bırakır size. Ve sessizlik çöker üzerinize, şiir dersiniz…
 
“Tanımam Leyla, Şirin; Aslı’nın da aslıyım! 
Son asırlık sevdanın, sürüp giden faslıyım;
Gülistanı tarumar bülbül gibi yaslıyım! 
Can evime kor alev düştü seni beklerken!”
 
Dizeleri ile gelir Deniz Garipcan. Gönlünü kalemine yaslayan güzel… Sesindeki sükûnet, yüreğin çırpınışlarına gem vurmuş sanki. Ve şiirler açılan kapı ve şiirler yüreğin gözesi şairde.
 
Süzgün bakışlarımda sürgün veriyordu hüzün. Bu bahar epey yol alacağa benzer. Toprak uyandıkça kökleneceğe benzer.
Sarı sıcağın koynunda ter döküyorum. Dumanı üstünde duygular, is tutacak zaman sonra.
Karasına vebal çalacağım biliyorum.  Tutacak iki yakamdan yine.
Hüzün şairinin dizeleri dolanıyor dilime,
 
“Heybemde derviş işçiliği bir sabır
Uyur da uyanamaz ömrü vefasız olanlar
Sahi ne çok insan büyütmüşsün gözüm
Yerini y’ellere bırakan  // Recep Yılmaz”
 
Dağılmıştık her birimiz farklı iklimlerin sığınağına. Etrafımızda kalabalıklardan barikatlar… Bulunduğumuz şehirler dardı yüreğimize. Kendimize sustuklarımız boyumuzu aşmıştı. İsimlendiremediğimiz bir haldi bizimki.
Ve acı neredeyse biz ordaydık. Acıya başkaldırışımız, zulme isyanımız şiir kadardı. Ağrıyan yanlarımızı belerken yine dizelere sığınmıştık. Susma vakti…
 
“Hangi mazlumun ahı çare olur bu derde?
Yaradan hesap sorsun merhametsiz namerde
Ateş yanar, kor olur kavrulan yüreklerde
İsmi Karabağ olan közün durur Can diyar // Zübeyde Gökbulut”
 
Şiir, yürekleri yakın kılandı. Ritmine bıraktığınızda sizi alıp götürüyordu ötelere.
 
Nerede olduğunuzdan bihaber hayalin salıncağında salınıp durursunuz. Diyar diyar dolaştırır sizi. Bir çeşme başında testisini dolduran yârin oyasına bağlar yüreğinizi. Bir bakışın esiri eder ömrünüzce.
 
Anadolu; duygunun, şiirin beşiği değil midir? Aşkla yoğrulmuş bu toprakların her zerresinden şiirler, türküler filizlenmiştir. Ve filizlenmeye de devam edecektir.
 
Ve şiir diyelim biz yine…
 
“Bir nakkaş gibi oyardım yüreğimin ortasına ismini
Adın ne zaman söylense deli çaylar gibi coşardım
Dökülürdüm yükseklerden görklü çavlanların sesiyle
Alçaklara inerdim; durulurdum, dinginleşirdim
Bir söğüt ağacına yaslanırdım mavi sular başında
Zeytin yaprakları açardı, Maraş’a gelirdi ilkyaz
Sen, Maraş’ta gözlerimin nişanıydın Ferahnaz… // Celalettin Kurt”
 
Gelip geçiciliğin hissiyatına büründük iyiden iyiye. Mekânlar elimizden tutup varlığın içinde dolaştırıyordu. Ve yokluk mırıldanıyordu kulağımıza sevginin sadece arkamızda kalacağını. Ve yokluk dokunduruyordu eksik yanlarımızın gün gelecek tamamlanma fırsatını bulamayacağını ve yok oluşun asıl varlığın ilk basamağı olduğunu söylüyordu Yaradan. Biz yok olmadan var olmanın inancına bürünerek ve eksik yanlarımızı rahmet yağmurları ile yıkayarak gidiyorduk. Ve şair hissiyatın dizeye dönüştüğü yerden sesleniyordu.
 
"Şu yalan dünyada üryan gezerim
Gömleğimi yırtan eli affettim
Fukarayım harman harman gezerim
Tenemi seçmeyen yeli affettim  // Nedime Ekinci"
 
Çocuk diyor şair ve bir çocuğun yüreğinden köprü kuruyor yüreklerimize. Büyük kavgalarımızla dünyayı kendilerine dar ettiğimiz çocuklarımız… Korkunun, endişenin ve kaybedişin çığlıklarında boğulan çocuklarımız…
Ve binlerce ölen çocuklarımız…
Ölüm, en çok da sana yakışmıyor çocuk. En çok da sana…
 
‘’…
Bir tek ben seslendiğimde koşan
Sinesinde sadece
Benim kokumu saklayan
Elinde başka birisinin biberonuyla
Odadan odaya koşturmayan
Kokusu hep aynı kalan
Önlüksüz formasız
Öyle üç beş tane değil,
Tek bir annem olsun,
Sadece benim olsun // Alim Yavuz’’
 
Aşk diyordu Şuara…
“Şimdi Aşk” diyordu şair. O aşk değil miydi ilhamı kalplerimize sunan. Sunağından nasiplendiren. O aşk değil miydi, tiryakisi kılan…
Kalpler aşk ile açılıyordu, dizeler savruluyordu sağa sola. Eksik kalıyordu savrulanlar, yetmiyordu, yetemiyorduk. Ve yüreğin çırpınışı bitmiyordu. Ve duman bürümüştü yüreklerimizi. Bütün dizeler uçup gidiyordu kuş kanadında..
Ve şair Aşk diyordu;
 
….
‘’ey bütün zamanların çıldırtan gözyaşları
şimdi bir tek damlanla yüreğimizde tufan
şimdi kıyam
şimdi aşk
başka ne varsa yalan
şimdi secdedeyiz
şimdi bütün arzulara isyan
 
toplamış geliyorlar sonsuz bir çığlığı
bütün zamanların bütün mazlumlarından
ve ölüm ve yoksulluk ve ayrılığı
gönül çöllerinin yakıcı kumlarından // Sıtkı Caney’’
 
Evet, aşk diyordu Şuara… Şuarayı, mevsimin en içlisinde dinledim bu sefer. Hüznün dudak kıvrımlarını her öpüşünde şiir düştü dilimize. Tuttum şiir yüklü yüreklerden ve yüreğimi üstüne koyarak bıraktım Niksar ovasına.
 
Gittiniz ya, öyle suskun cümlelere koyup başımı, bakakaldım arkanızdan. Geride bıraktığınız dizelerle oyalıyorum kendimi. Her birinize uğruyorum ara ara, dokunuyorum sessizce mısralara.  
 
Gitmediniz biliyorum, saklandınız kalbimin her bir köşesinde. Sayışmanın sonunu bekliyorsunuz. Kaldırırsam başımı sobeleyeceksiniz ve ben yine ebe olacağım.
 
 
 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir