Şiirkent’in Kimliksiz Mültecisi

YAVUZ DOĞAN
Şiirkent’in Kimliksiz Mültecisi
 
– Şiire, şaire ve şair(e), vesaire –
 
Kısım 1.) Giriş ya da “Destur” niyetine
 
Öyledir…
 
Yıldızların karanlıkla kucaklaştıkları vakitte, bir çoban kavalına sığınmış yitik bir ağıda benzerken gece, kadim çağların sırrını taşıyan bir rüzgâr dokunup asırlık bir çınarın kalabalık dallarına; “kün” ile başlayıp “ikra” ile devam eden bir gizi fısıldar usul usul. Buğulu sesinin tınısına kapılan taze tomurcuklar kopar annelerinin şefkatli ellerinden ve yavaş yavaş süzülüp konar toprağın bereketli kollarına. Sis çöker apansız, bir yağmur çiseler ince ince, tomurcuklar filize, filiz meyveye durur. Bir beden var ederken kendini başka bir bedenden koparak, yeni evlatlar doğar yeşeren dallarından.
 
Kimine “kâğıt” denir, kimine “kalem”.
 
Ve aynı annenin evlatları, bir kez daha buluşur gizli bir öznenin hüzünlü gölgesinde.
 
Adı bir dua ile kulağına üflenir.
 
Öyledir…
 
Parmakları tütün gözleri hasret kokan bir uykusuz düş görürken gündüz vakti, bir martı simidini düşürürken denize, su yutarken bir balık, bir yalnız göğe batırırken kirpiklerini ve kararırken gün aniden; bir sahil kasabası Eylül'e, Eylül güze, güz hüzne, hüzün yağmura döner yüzünü.
 
Bir kaç damla düşer kâğıda, adı "şiir" konulur.
 
Öyledir…
 
Spartaküs'ün kollarında kırılan zincir, kuşatılmış bir kentte dalgalanan son bayrak, Pir Sultan'a dokunan gülde diken, Kızıldeniz'de asa, Filistin'de patlamamış el bombasıyla top oynayan çocuk, siperde mermisi tükenmiş asker, mezarda dua bekleyen ölü, yağmurlu bir gecede bulutlara direnen yıldız, çölde vaha, denizde liman, kaleme kâğıt, kâğıda derttir şiir..
 
Öyledir…          
 
Bağlamada umudu, rahlede Kuran'ı, ezanda felahı, bir anne duasında huzuru aramak, huzuru bulmak, huzuru anlatmaktır şiir.
 
Bu yüzdendir herkesin aynı harflerle başka şeyler yazıyor olması.
 
Bu yüzdendir herkesin herkese ve her şeye dair görünmesi.
 
Ve bu yüzdendir herkesin kendine şair görünmesi.
 
Oysa hiç kimsedir şiir aslında ve herkestir çokça.
 
Öyledir…
 
Çalmayan zil, açılmayan kapı, dönülmeyen yol, kapanmayan yara, özlenmeyen dost, bestelenmemiş şarkı, basılmamış kitap, öpülmemiş dudak, edilmemiş yemin, tutulmamış söz, girilmemiş sokak, çıkılmamış yokuş, görülmemiş düş ve vakitsiz ölüştür şiir.
 
Öyledir…
 
"Belki"dir, "keşke"dir, "iyi ki"dir "olsun"dur ama "öyle"dir işte.
 
Öyledir…
 
Kısım 2.) Şiirin “-de” hali ya da “ekmek ve su” üzerine
 
Dediler ki; uğuldayan bir rüzgâr, bardaktan boşanırcasına yağan yağmur ve deli bozuk bir aşkla sevdasını arayan göğün iç çekişidir şiir.
 
Dediler ki; kirpiğin gözyaşına teması, bükülmüş bir dudaktan dökülen kırgın bir “elveda”, mağrur bir “git” ve yorgun bir “hoşgeldin”dir şiir.
 
Dediler ki; çölü murat, dağı Ferhat, aşkı Şems, kuyuyu Yusuf, Yusuf’u Züleyha kılandır şiir.
 
Yokluğun en saf halini özlemin en koyu haliyle yaşatan, kömür karası hüzünleri süt beyazı kâğıtlara nakşettirendir.
 
Üzerinden binlerce yıl geçmesine rağmen nesilden nesile aktarılan bir deyiş, anlatılan bir sevda, destanlaşan bir aşk ve hayatın ta kendisidir şiir.
 
Ekmek kadar, su kadar, tuz kadar, yanağından gayrı tüm evreni bölüşebileceğin yârin kadar değerli, uğruna dağları delebileceğin bir sevda kadar kutsaldır şiir.
 
Ya da öyleydi.
 
Çünkü kimse önemsemiyor gibi nicedir İbrahim’i yakmayan narın içten içe nasıl yandığını.
 
Kimse hissetmiyor gibi kör kuyularda sabrı ilmik ilmik işleyen gül yüzlü Yusuf’un sabrın taşını çatlatan sabrının kudretini.
 
Kimse tanımıyor Şems’i ve asıl yangının ne olduğunu.
 
Kimse sormuyor Taptuk Emre Dergâhının ne yana düştüğünü.
 
Kimse bilmiyor artık memleket meselesi nasıl anlatılır şiirle.
 
Ve kimse susuzluktan bitap düştüğümüzü, açlıktan ölecek gibi olduğumuzu anlamıyor şiirsizlik yüzünden.
 
Ne kadar kalabalıklaşıyorsak o kadar yalnızlaştık biz de kendi şiirimizin yarım kafiyeleri içinde.
 
Sesimi duyan var mı?
 

Kısım 3.) Yüz kırk karakter üzeri şiircilik ya da “Facebook şairciliği” üzerine
 
Tam yirmi dokuz harfti aslında alfabemiz. Yumuşak olması dışında dilimizde hiçbir kelimenin onunla başlamaması gibi bir özelliği de olan “Ğ” harfi de dâhildi bu mevcuda ve hiç yabancılık çekmedi diğer öznelerin arasında gizli özne olarak dolaşmaktan.
 
Tam sekiz “ünlü” harfi vardı güzel alfabemizin. Ünleri sıra dışı gibi görünen ama oldukça sıradan özelliklerini renkli ekranlarda sergileyen son derece ünsüz ve fakat son derece ünlü adayı insanlardan daha ünlüydüler.
 
Tam da sıra dışılıktan dem vururken düşüverdi tüm ünlülerin ünleri aslında. Benim gibi kırklı yaşlarının başında olan biri için birikebilecek çok sayıda hatıra, yetişebilecek çok sayıda teknolojik gelişme, mektubun faksa, faksın e-postaya, e-postanın MSN’e, MSN’in Whatsapp’a, haberleşmenin cep telefonuna, selamlaşmanın Facebook’a, bilgi alışverişinin Twitter denen iletişim araçlarına baş döndürücü bir hızla devrini görebilme lütfunu bahşetti hayat bana ve bize.
 
Ve tam da o arada ıskaladık hemen arkamızdan koşar adım gelen bir neslin, olmazsa olmazımız olan bir dili nasıl kullan(ma)dığını, nasıl yok saydığını, nasıl “nasılsın?” temenni içerikli sorusunun “nslsn”a döndüğünü ve şiir denen o harikulade şeyin yüz kırk karaktere sığdırılıp nasıl karaktersizleştirildiğini ve bir kenar mahalleye atılmış gibi sokaklara düşürülüp #şiirsokakta haline getirildiğini.
 
Şiiri sokakta bulan bir neslin aşkı da sokakta bulunup orada tüketilip orada bırakılabileceğini düşünmüş olmasının tehlikesini ıskaladık, görmedik, göremedik, görmek istemedik belki.
 
Tam da bu yüzden işte, kimse üç ay önce yazdığı şiiri kimin gözlerine bakarak yazdığını hatırlamıyor.
 
Tam da bu yüzden işte o an aklına geleni karalayıp cep telefonuna sığmış bir dünyaya gönderdiği an altına iliştirilmiş “beğen” butonunun sahteliğinden öteye geçemiyor.
 
Tam da bu yüzden işte bu devir bir Nazım Hikmet, bu devir bir Necip Fazıl, bu devir bir Yunus Emre, bu devir bir Pir Sultan var edemiyor.
 
Ama olsun, 143 kişi beğendi şiirimi.
 
O bana yetiyor.
 

Kısım 4.) Yazılı edebiyatın internete devri ya da “sakatat kültürü” üzerine..
 
Bilen bilir, cebinde küçük not defterleri ve mavi tükenmez kalemleri eksik olmazdı bir dönem şairlerinin. Bazısı hâlâ taşısa da kâğıdını kalemini yanında, kocaman parmaklarımızla parlak bir ekranda beliren küçük harflere sığdırmaya başladık nicedir sevdalarımızı, özlemlerimizi, duygularımızı, şiirlerimizi.
 
Bilen bilir “klavyeyle ekrana bakarak şiir yazamıyorum ben, kâğıt kalem olmadan şiir mi yazılır?” kuşağının el yazılarının ne kadar güzel olduğunu ve son birkaç yıldır kendi el yazılarını bile tanıyamayacak kadar teknolojiye yenik düşüp küçük ekranlara parmaklarıyla dokunarak şiir yazmaya başladıklarını.
 
Bilen bilir, kareli harita metod defterlerine karalanmış, sonra büyük bir itina ile tertemiz bir sayfaya yeniden yazılmış şiirlerin o mağrur ve dik duruşunu ve son on yıldır kullanıcı adı ve şifreyle girilen sitelerde nasıl da zamana ve onun hızına yenik düştüğünü.
 
Bu yüzdendir şiirin boynunun bükülüşü, bu yüzdendir yüreğin kırgınlığı ve sanki bu kırgınlığa deva olacakmış gibi yarım ağız dillendirilen “yüreğine sağlık” temennileri.
 
Oysa her “yüreğine sağlık”, bir önceki sağlık dileğini öteleyen bir hal alalı, “bak şiirini okudum, bize de bekleriz” temennisi olmaya başlayalı çok zaman oldu. Çok zaman oldu şiirin “okunurmuş gibi” yapılıp “beğenirmiş gibi” beğenilmesine. Çok zaman oldu bir kirpiğe, bir bakışa, bir al yanağa, bir edalı yürüyüşe şiir yazılmayalı. Bu yüzdendir “Garipçiler”in garip kalışı, “Beş Hececiler”in altıya çıkmayışı, içinde bulunduğumuz yüzyılın kendi üstadını yaratamayıp sanaldan her gördüğüne “üstad” sıfatını yapıştırmayı marifet sayışı.
 
Neyse, ne diyorduk?
 
“Yüreğinize sağlık…”
 

Kısım 5.) Sonsöz ya da “Eyvallah” niyetine
 
Hâsılı, öz evladıdır şiir edebiyatın; başka anneden doğmuş gibi davranılan.
 
Öz vatanıdır bir mültecinin; kimliği başka bir ülkenin nüfus kütüğünde kayıtlı olan.
 
Öz geçmişidir bir yalnızın; kalabalıklara yüksek sesle, beraber ve solo halinde okunan.
 
Öz kaynağıdır tüm hüzünlerin; bir mısra içine bin hasret sığdırılan.
 
Yağmurda da güneşte de sığınılacak tek limandır şiir.
 
Bir bebeğin ilk çığlığı, bir annenin tek evladıdır. Gurbette söylenen sıla türküsü, dumanında efkârın dağıldığı bir sigaranın ilk nefesi, sevdalıdan gelen bir mektubun açılmamış zarfı, taze demlenmiş çay, yeni açmış bir tomurcuk kokusu, bir sabah vakti dallara düşmüş çiy tanesidir şiir.
 
Bilinmeyen bir diyarın gizemli haritası, görülmemiş bir düşün uyurken yorumlanmış halidir.
 
Çoktur, heptir, sendir, bendir, bizdir şiir.
 
İyi ki öyledir.
 
Öyledir…
 
 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir