Bir Aşkın Kıyısında

OKAN ALAY
Bir Aşkın Kıyısında | ÖYKÜ |
 
Piyer Loti’de Haliç’e nazır bir mekân. Yaz ikindisinin kırık güneşi serpiliyor etrafa. Bir masa başında orta yaşlı bir adam, önünde çayı, elinde sigarası, masasında “Paris Kasveti” kitabı, gözleri uzak kıyıya odaklanmış; susuyor.

Bir iç sesle hatıralar ve hayaller arasında gidip geliyor gibiydi. Kâh sözden dağlara, kâh düşten denizlere…

Biz de susuyoruz, garsonlar dahi sessiz sedasız masalar arasında gelip geçiyor. Uzak bir masada çınarın gölgesindeki çifte kumrular bile susuyor, birbirlerinin gözlerindeki denize dalıyorlar.

Yalnız başına oturan genç âşık konuşuyor:

Seninle burada bir sohbet ortamında Nergis’in aracılığıyla tanışmamış olsaydık, şimdi her şey benim için yine aynı olacak ve yine kendi denizimde maviyi aramak telaşıyla kendime akacaktım. Yaşayıp gidiyordum oysa kendi iç sesimin kalabalığıyla bunca zamandır kanıksadığım bu şehirde. Her şey birbirinin aynı sürüp gidiyordu burada. Günler, haftalar birbirinin devamı, yakınımdaki insanlar hep birbirinin kopyası. Kimi görsem bana uzak, kimle konuşsam kırılıp kalıyordu kelimelerim peşi sıra.

İç sesten sonra bir sessizlik, ardından İranî bir müzik… Mistik bir duyumsama… Sonra, kamera görüntüleri siyah beyaz bir renk ile geçmişten yadigâr bir tonda akıtıyor ekrana yitip gideni. Genç adam ve sevgilisi beliriyor, aynı mekân ve akşamın alacası beliriyor siyah beyaz tonlar ile…

“Bir yerde doğmuş, çok yerde yaşıyorum; sense burada doğmuş; ama hiç yaşamıyor gibisin!” diyor güzel kadın, devamında; “Başkalarını yaşamaktan kendini yaşayamıyorsun” Adam, önce bu sözlere içerliyor gibi, hatta kızıyor. Ama içten içe de hak verircesine susuyor.

Adam; “Yaşıyor muydum, yoksa yaşamıyordum belli değildi. Bazen gölgemden bile kaçıyordum.” diyecek oluyor, ama içinden geçiriyor bu cümleyi. Kadın ona, o kadına bakarken…

Kadının gözlerine bakıyor. Güzel bir deniz diyor içinden ve “Kim bilir kendimden kaçıyordum kalabalıklar arasında. Ya da kim bilir yitirdiğim kendimi arıyordum onca kendini yineleyip duran yavan bir yaşamın sayfaları arasında. Ve bir şey daha diyeyim mi; belki Paris Kasveti”nde değildim, ama pekâlâ Baudlaire’dim işte şu Şehr-i Stanbul’da”

Kadın umarsız görünüyor. Adamsa pek heyecanlı… Çok şey söylemek isteyip de henüz hiçbir şey söyleyememiş olan bir insanın edasıyla bakıyor sevdiği kadına. Önce dolunay yüzüne, sonra sırayla siyah ipil saçlarına, daha sonra masada kenetli duran naif ellerine baktı. Tam da, “Ne

güzelsin,” diyecekti ki kadın, “Bugün hava pek güzel değil mi?” deyince henüz başlamadan bitiriverdi güçlükle kurduğu cümleyi. “Ya, öyle, güzel bir gün” dedi ve yüzünü ondan alıp sağında billur bir kâse gibi kamaşan öteki denize çevirdi. “Evet, deniz başka güzel, sen başka!” dedi gözleriyle… Dalıp gitti maviliğe.

Telefonu ısrarla çalıyor, geç fark etti. Birden görüntü değişti. Siyah beyaz sinematografik kareler yerini anın renkli, ama birbirinin tekrarı gibi duran görüntülerin ağır aksak aktığı bir hakikate bıraktı. Adam, telefonu açacak gibi oluyor, ama açmak istemiyor, kapatıyor. Tekrar yalnızlığına, özlemine dönüyor.

Yıllarca yanında hiçbir varlığa tahammül edemeyen, bir başına yaşayan bu adam, şimdi sevdiği kadının sularının kıyısında uzak bozkırlardan denize akan bir nehir kadar yorgun! Ve zamanla mekânın kıskacı arasındaydı adeta. Olur olmaz şeylerden yol buluyor düş ile gerçek arası bir dünyada.

Burada mıydı, onda mıydı belli değildi…

Tekrar daldı içine ve işte sevdiği kadını konuşuyordu. Yine Piyer Loti’de, yine baş başaydılar:

“Düşün, uzak bir kıyıdayız, ıssız bir sahil… Ufukta motorların silueti, yanı başımızda dalga sesi, tepemizde göz kırpan bir güneş… Ve sen ve ben…. Zaman donmuş, mekân muhayyel… Ya da düşün kalabalıklar Beyoğlu’na, Taksim’e akarken ikimiz bambaşka bir ruh haliyle, taş binaların, sarnıçların, camilerin gölgesi arasında akıyoruz öte zamana. Orada eşsiz kokusuyla billûr bir yaşanmışlık sızıyor içimize bir masalı fısıldar gibi.”

Adam nasıl mesut… Kadın nasıl içten…

Tam o esnada garson masaya yanaşıyor, “Abi çayınızı tazeleyeyim mi?”

Adam alıyor gözlerini denizden. Evet der gibi başını sallıyor gülümseyerek.

Ve ardından; “Oysa hiçbir şey eskisi gibi olmuyor be Özcan! Yaşanan başka, düşlenen başka…” diyor, Özcan garson anlıyordu sanki onu. “Ah, evet abi!” deyip gidiyor.

Çaylar geldi. Özcan garson izin isteyip oturdu masaya. “Abi” dedi, “Niye böyle derinlerdesin yine?”

“Gitti” dedi, “Özcan, gitti.”

“Kim?”

“O.”

“O?..”

Yalnız adam, Özcan garsonu pek severdi. Çaylarını yudumlarken ikisi, anlatmaya başladı yalnız adam: “Nergiz’e sorup durdum onu, nerede, diye. ‘Gitti’, dedi. ‘Buraya bir aylığına geldi. Şimdi Brüksel’de.’ deyince anlatamam, nasıl donup kaldım, nasıl üzüldüm! Orada yaşıyormuş meğer. Bir aylığına bu şehre gelmiş ve bir anda çekip gitti. Ardında beni kendime bırakarak, dinlediğimiz şarkıların sesleri arasında koyup gitti. Nergiz de olmasa, gelişi ve gidişi yalan mıydı, düş müydü diyecektim. Yok işte!”

Özcan konuşmuyor, sadece susuyor, susuyor…

“Şimdilerde uyandığım her sabah aynada yüzü beliriyor, radyoda şarkımız: “Nazende sevgilim yâdıma düştü.” Öyle ki, sesi sesime akıyor sanki. Hangisi benim sesim, hangisi onun bilmiyorum. Her şey hüzün bana burada. Bazen alaca bir yağmurda, bazen bir çocuğun tebessümünde, bazen serin güz akşamlarında, ya da kapı önlerinde arta kalan zamanı süpüren kadınların bakışlarında hep o beliriyor karşımda, ama biraz gerçek, biraz düş…

Garson onda kendini görür gibi baktı gözlerindeki denize. Ve ne garip, tam o sırada filmlerdeki gibi, parkın hoparlöründen; ‘Nazende Sevgilim Yâdıma Düştü’ şarkısı çalmasın mı? İkisi şaşkın gözlerle birbirine baktı.

Şarkı çaladursun, yalnız adam yine içine dönerek:

“Sahi yaşadığımı sandığım onca şey bir sanrıdan mı ibaretti?..” dedi. Kısa bir duraksamadan sonra içindeki kalabalıktan sıyrılarak;

“Ah Özcan’ım, aşk hani nerede?” dedi kırgın bir sesle.

Özcan, “Abi,” dedi denizi göstererek ve şarkıyı dinleyerek, “İşte” dedi.

 

9 Ocak 2015 / Asanatlar

 

 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir