Aşk-ı Bâde

NURAN KÖSE BAYDAR Aşk-ı Bâde

NURAN KÖSE BAYDAR
Aşk-ı Bâde
 
Aşk, varoluşun adı…
Aşk, kâinatın mayası…
Aşk, şah damarından daha yakına sığınmak…
Aşk, ebede ve ezele teslim olmak…
Aşk, ilahi bir sırra mazhar olmak…
 
Aşk, sözlük anlamı sarmaşık demektir; yani âşığın maşuku, Maşukun da âşığını sarmaşık gibi sarmasıdır. Sarmaşık nasıl sarıldığı yeri kaplarsa, aşk da girdiği kalpten başlayarak insanın bütün vücudunu hatta ruhunu dahi baştan sona sarar. Benlik hırkasından çıkar, aşığın suretine bürünür. Aşk bu hâliyle kişiye öyle tesir eder ki aşk deryasına dalan vahdet-i vücudun hakikatine erer. Bu durumda da maşuk, âşıkla aralarındaki perdeleri kaldırır.
 
Aşk, Allah’tan başka her şeyden yüz çevirmek, Hakk’ın her türlü takdirine rıza göstermek, kimseyi incitmemek ve gönül yıkmamaktır.
 
Aşk, insanlarda yaratılıştan itibaren var olan, kalplerinde bir tohum halinde saklı duran ve Allah’a ulaştıran bir duygudur. Kalplerde bulunan bu muhabbet tohumu bir gün inkişafını tamamlayacaktır ancak bunun için de zamana ihtiyaç vardır. Sabırla olgunlaşan meyveler gibi… Ateşteki suyun yavaş yavaş ısınıp, ısındıktan sonra kaynamaya başlaması gibi…
 
Aşk, Hz. Mevlana’nın deyimiyle bir damlada deryayı sunmak… Hz. Şems’in deyimiyle bir muma ateş olmak… Fuzuli’ye göre her ne var ise âlemde aşkı bulmak…  Yunus Emre’ye göre yaratılanı sevmek yaratandan ötürü!  Ve şair için Aşk, kalemine mürekkep yerine gözyaşı doldurabilmektir…
 
Neyzen kamışta, hattat yazıda, hafız Kuran'da bulmuştur aşkı… Tabip tıpta, muallim kitapta, ana kuzuda, müzisyen notada, denizci balıkta bulmuştur… Balık suda, su okyanusta, dalga kıyıda, yağmur toprakta, toprak ağaçta,  ağaç meyvede, meyve güneşte… Kâinat aşk ile dönmekte…
 
Aşkın eşsiz bir örneği Mevlana’nın Şems’e olan gönül bağından bahsetmek gerekirse; bir gün Mevlana’ya sorarlar:
-Sen eskiden namaz kılar mıydın?
-Evet namazımı kılardım.
-Peki ibadetlerini yapar mıydın?
-Tabiî ki ibadetlerimi de yapardım.
-Peki Şems’ten sonra ne değişti?
-Şems’ten önce, üşüdüğümde ocağıma odun atar ısınırdım. Şems geldikten sonra, dünyada bir Müslüman dahi üşüyorsa ısınmaya hakkım olmadığını öğrendim. Yine Şems’i tanımadan önce acıktığımda bir kap çorba içer doyardım. Fakat dünyada aç bir insan var ise dünyanın bütün çorbalarını içsem de doymam…
 
Sevgi ve muhabbet her şeyi birbirine rapteder. Bulutla yağmur gibi, güneşle ay, geceyle gündüz, gül ile bülbül, mum ile pervane gibi… Her şeyi çift yaratan O’dur hükmünce, Allah her şeyi zıddıyla yaratmıştır.  Her çiftin biri pozitif biri negatiftir ki birbirini cezbetsinler. Bu çift oluş aynı zamanda birbirine ayna vazifesi yapmayı gerektirir. Mümin müminin aynasıdır denilmesi de bu sebeptendir.
 
Aşk, maşukun aynası olabilmekti. Aşk, kendini maşukta görebilmekti. Ve dahi aşk, maşuk hasta iken sağlığından utanabilmek, maşuk uykusuz iken uyumaktan utanabilmek, maşuk açken tokluğundan, maşuk açıkta iken bir çatının altında olmaktan utanabilmekti… Ve insanlığa duyulan bu aşk, insan-ı kâmil olabilmekle mümkündü…
 
Nitekim İslam Ahlâkının öngördüğü tutum ve davranış yine bu aşkta gizli idi…
 
İnsan, aşkı ya mecazi kullanır, ya da hakiki. Mecazî aşk, fanilere gönül bağlamaktır. Hakiki aşk ise, Allah'ı sevmektir. Bazense mecazî aşk, hakiki aşka vesile olur.
 
Cenab-ı Hak bir kutsi hadiste, "Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi arzu ettim, âlemi yarattım" buyurmaktadır ki ilâhî aşkın kaynağı budur. Çünkü Allah'ı bilmek, tanımak ancak aşk ile mümkündür. Allah'ı gerçekten seven kişi O'nun yarattıklarını da aynı şekilde sever. Yaratandan ötürü yaratılanı sever. Bu aşk güzele değil, güzelliğedir. Herkesi, her şeyi sevmektir. Varlıklarda tezahür eden Allah'ın sanatını, kudretini, rahmetini, lutfunu ibretle temaşa etmektir. Bu aşka bazen "mecazi aşk"la da ulaşılır. Bundan dolayı "mecazi aşk, gerçek aşkın köprüsüdür" denilmiştir.
 
Vaktiyle iki çoban arkadaş varmış. Bir sebeple yolları ayrı düşmüş. Gel zaman git zaman, yeniden bir araya gelmişler. Arkadaşının çok zayıfladığını ve düşkünleştiğini gördüğünde, hayretle sana ne oldu böyle diye sormuş. Gözleri kısık, sesi ondan da kısık bir halde:
-‘’ Âşık oldum’’ dedi.
Bunda üzülecek ne var ki arkadaşım, âşık olmak güzeldir dedi. Sesi titreyerek:
-‘’ Ama ben padişahın kızına âşık oldum’’ dedi. Ben kim, padişahın kızı kim…
‘’ Haklısın, davul bile dengi dengine’’ diyecekti ki, arkadaşının daha da üzülmesini istemediği için sustu. Aklına birden daha önce tanıştığı bir bilge geldi. Dedi ki:
-Buldum arkadaşım, bize yol gösterecek birini tanıyorum, seni ona götüreceğim.
Az da olsa bir umuda kapılan âşık genç ve arkadaşı yola düştüler. Yaşlı Bilge’yi buldular. Konuşmaya dahi mecali yoktu gencin, arkadaşı anlatıyordu onun halini:
-Gözleri günlerdir uyku görmedi efendim, yemiyor, içmiyor, işi gücü, gecesi gündüzü havası suyu o kız oldu sanki. Ne desem kâr etmiyor, son bir çare diye geldik size..
İhtiyar adam bu esnada gözlerini dikmiş, iskeletinin üstüne deriden bir zırh giydirilmişçesine zayıf, çelimsiz, saçı sakalına karışmış, uzaklara dalıp dalıp giden, gözlerinde aşktan gayrısı kalmayan diğer çobanı süzüyordu. Sonra bir ah çekti, yüzünü nefes almadan konuşmasını sürdüren delikanlıya çevirip tebessüm etti.
– Kolay evlat kolay, dedi.  Ve tane tane anlatmaya başladı.
– Karşı dağda bir mağara var, bak görüyor musun? İşte o mağaraya gidip elinde tespih ile kırk gün boyunca Allah diyeceksin. Sonra sevdiğine kavuşacaksın.
Âşık genç, son bir ümide sımsıkı sarılanların o saf teslimiyetiyle:
– Sahiden bu kadar kolay mı efendim, dedi, yani o mağarada elimde tespih, kırk gün Allah dersem sevdiğime kavuşabilir miyim, onunla evlenebilir miyim?
– Evet, dedi bilge, kırk gün o mağarada gece gündüz Allah diyeceksin, kırk gün sonra padişahın kızı senindir.
 
İki genç çobanın, kulübesinde dertlerine derman aradıkları bu ihtiyar adam, aslında padişahın bütün dertlerini paylaştığı, her meselesini danıştığı bir bilge idi. Yıllar önce padişah kendisini tanıyıp sevdiğinde bir tek şey istemişti ondan; burada yaşamaya devam edecekti ve kimsecikler bilmeyecekti kim olduğunu. O günden beri de bu kulübede yaşıyor, gelen geçene ikram edip, gül alıp gül satıyordu. Padişahın kızının aşkıyla eriyip muma dönen genç çoban ve yanındaki kadim dostu nereden bilsindi bu garip ihtiyarın padişahın gönlüne sultan olduğunu.
 
İki dost hemen yola çıktılar, âşık çobanın yüzüne kan, dizlerine derman, yüreğine yeniden can gelmişti. Arkadaşına sarılıp, elinde tespih, gönlünde aşk, yüzünde ümit çiçeklerinden örülme bir tebessüm, mağaranın yolunu tuttu. Gelir gelmez hiç vakit kaybetmeden diz çöktü, dualar etti, gözlerini kapattı, kalbini padişahın kızına bağladı, eline tespihini aldı ve dudakları kıpırdamaya başladı: Allah, Allah, Allah…
 
Günler günleri padişahın kızının hayaliyle tespih taneleri gibi kovalayadursun, mağaranın yakınındaki köyleri bir söylenti çoktan sarmıştı. Herkes birbirine karşı dağdaki mağarada gece gündüz Allah diyen gençten bahsediyordu. Cami çıkışında ihtiyarlar, çeşme başında kadınlar, tarlada işçiler, top oynarken çocuklar, herkes onu konuşuyordu:
– Şu karşı mağarada bir genç varmış, kendini Allah’a adamış, gece gündüz durmadan Allah diyormuş, Allah Allah …”
 
Âşık dostunun ne halde olduğunu merak eden genç çoban, mağaraya geldiğinde üç hafta geride kalmıştı bile. Bizimkinin gözleri kapalıydı, dudaklarının da kıpırdamadığını görünce, uyuyakaldı herhalde diye düşündü. Tespih tanelerinin parmaklarının arasında dolaşmaya devam ettiğini görünce de, bu nasıl uyku diye sordu kendine. Bu sırada gözlerini açan genç adam, karşısında arkadaşını görünce, günlerdir yalnızlığıyla paylaştıklarını birbiri ardınca anlatmaya başladı: Kırk günün yarıdan fazlası geçmişti, o durmadan Allah diyordu, ama ne padişahın kızı vardı, ne bir haber, ne bir ümit kırıntısı… Acaba, diyecek oluyor, yutkunuyor, hayır diyor, tespihine bakıyor, bir kalp gibi atan sağ el işaret parmağını sabitlemeye çalışıyor, avuçlarını sıkıyor, gözleri doluyordu. Vedalaştılar. Ay ışığında dostunun gözlerine yayılan başkalık dikkatini çekmişti genç çobanın.
 
Âşık çoban yeniden eline tespihini aldı, gözlerini kapattı, boynunu neye bağlayacağını bilemediği kalbine doğru büktü, dudakları kıpırdamıyordu artık, sustu gece, mağaranın duvarları sustu, tükendi her şey, hiç tükendi, an bitti, sadece bir söz kaldı: Allah…
 
Kırk günün dolmasına üç-beş gün kala, mağaradaki dervişin namı bütün ülkeyi sarmış, nihayet sarayın koridorlarında konuşulur olmuştu. Meselenin aslını merak eden padişaha, bu insanların bir yerde sürekli kalmadıklarından, bulundukları mekâna bereket getirdiklerinden, ne yapıp-edip bu dervişi ülkelerinde yaşamaya ikna etmeleri gerektiğinden uzun uzun bahsetti baş veziri. Ne yapması gerektiğini artık bilen padişah, nasıl yapması gerektiğini bilemediği bütün zamanlarda yaptığı gibi, dağ kulübesinin yolunu tuttu. Hürmetle diz çöktü bilge ihtiyarın önünde. Derdini anlattı, derman diledi. Sarayının yanına bir saray yaptırmaktan, o dervişi veziri yapmaya, sancak-tuğ vermeye kadar saydığı her şey, bilgenin:
– Hünkârım, gönül erleri mala-mülke, makama-mansıba itibar etmezler, demesiyle son buldu.
 
Kaderdi bu, padişahlarla köleleri aynı eteğin önünde diz çöktürür, birinin derdini diğerine derman eyler, ikisini de aynı tebessümle bahtiyar ederdi. Güldü ihtiyar:
– Neden kerimenizin nikâhını teklif etmiyorsunuz sultanım, dedi. Şaşırma sırası padişaha gelmişti.
– Nasıl yani, diyebildi, bu şerefi bize lütfederler mi, kabul ederler mi?
Kırkıncı günün güneşi batmak üzereydi genç aşığın mağarasının üstünden… Padişah ve ihtiyar bilge en önde, arkalarında vezirler, onların arkasında halktan meraklı bir kalabalık ve en arkada da olup bitenlere bir mana vermeye çalışan âşık çobanın arkadaşı, mağaraya doğru yürümeye başladılar. Bu arada bizim âşık kendinden öylesine geçmiş, tespihiyle öylesine bir olmuştu ki, gelenler içeri girseler ve bir tespihten başka bir şey bulamasalar şaşırmazlardı.
Padişah edepte kusur etmemeye çalışarak içeri girdi, ellerini birbirine bağladı, duyulması güç bir sesle;
– Efendim, dedi, sizi ziyarete geldik.
Yavaşça başını çevirdi âşık, sonra bütün vücuduyla döndü, gözlerinde en ufak bir şaşkınlık emaresi yoktu, sapsarı bir heykel gibiydi. Herkes heyecan içindeydi. Vezirler, halk, genç çoban, mağara, tespih, sessizlik, duvar… Hatta güneş bile batmaktan vazgeçmiş, kafasını mağaranın içine doğru uzatarak olan biteni görme telaşındaydı.
Padişah meramını anlattı, türlü tekliflerde bulundu. Ne saray, ne vezirlik, ne tuğ ne de sancak, hiç birinde gözü yoktu dervişin.
– Efendim, diyebildi en son, sessizce, benim bir kızım var efendim, zat-ı âlinize layık değil belki, ama lütfeder nikâhınıza alırsanız bizi bahtiyar edersiniz…
Kırk günlük çile nihayet bitmiş, olmaz denilen olmuştu. İşte âşık maşukuna kavuşacak, murat hâsıl olacaktı. Bizimkinin arkadaşı sevinçten ağlıyordu. Soru ve cevap sanki bu soru sorulsun, cevabı verilsin diye yaratılmıştı. Sessizlik ilk defa bağırmak, haykırmak istiyordu ve bütün gözler genç adamdaydı.
Usulca doğruldu oturduğu yerden, etrafını şöyle bir süzdükten sonra, gözlerini padişahın gözlerine dikti, sarhoş gibiydi. Kendinden emin bir ifadeyle:
– Hayır, dedi, kızınızı istemiyorum.
Birden ortalığı bir sessizlik kaplayıverdi. Padişah mahzundu, halk hayret içindeydi, vezirler şaşkınlıkla birbirine bakıyor, bilge tebessüm ediyordu. Âşık çobanın genç arkadaşı yaşlı gözlerini silip, birden ileri atılarak bozdu sessizliği. Dostunun yanına geldi, kulağına eğilip:
– Sen ne yapıyorsun, dedi, kırk gündür bu çileyi ne diye çektin sen, neyi reddettiğinin farkında mısın?
Güldü âşık çoban gözleriyle ihtiyar bilgeyi arayarak:
– A dostum, dedi, ben kırk gün padişahın kızı için Allah dedim, Allah padişahla vezirlerini ayağıma getirdi. Ya bir de Allah için Allah deseydim…
 
Söz bitti, dil lâl, kalem pürmelâl…
Her nefeste Aşk ile Allah-u Zülcelâl…
 
Aşk-ı Bâde Aşk-ı Bâde Aşk-ı Bâde Aşk-ı Bâde Aşk-ı Bâde Aşk-ı Bâde

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir