Akif Hasan Kaya ile Söyleşi

AKİF-HASAN-KAYA--ile-SÖYLEŞİ-portre-2"Dünya edebiyatıyla beraber kendi müktesebatımıza yeniden dönmemiz lazım"
 
Merhaba. Öncelikle bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederim. Yazarlık serüveninizi, geniş anlamda başka söyleşilerde de dile getirdiniz. Ben daha çok ikinci öykü kitabınız hakkında merak ettiklerimi sormak istiyorum, eğer kabul ederseniz. İkinci öykü kitabınız bu yıl İz Yayıncılıktan çıktı. "Ölmüş Oyuncaklar Müzesi" ismiyle. Kitabın içindeki öykülere geçmeden önce kapakla ilgili hakikaten çok merak ettiğim bir soru ile başlamak istiyorum. Kitabınızın ismi" Ölmüş Oyuncaklar Müzesi" ve bu başlıkla bir öykünüz de bulunuyor kitapta. Kapak çok çarpıcı hele de çıkmış olduğu dönem düşünülürse daha da çarpıcı. Okurların da fark edeceği gibi kitabın kapağında bir sapan ön plana çıkarılmış. Söz konusu öyküyle bir bütünlük sağlansın diye mi yoksa yazarın görevi toplumun yaralarını dile getirmektir düşüncesiyle mi bu seçim?

AKİF-HASAN-KAYA---Ölmüş-Oyuncaklar-Müzesi--kapakKitabın kapağı konusunda tasarruf yayınevinindir. Kitabın ismine ve içeriğine göre onlar bir kapak hazırladılar. Ve ben de çok beğendim. Güzel oldu. İçime sindi. Okurlardan da bu konuda olumlu tepkiler aldım. Ama kapak üzerine bundan başka yorum yapmak, kitabın içeriğinden bizi uzaklaştırır. Kapaktaki görsel de, ancak öyküler okunduktan sonra kimi imgeler fark edilince, okuyucuda bir çağrışım meydana getirebilir. Bu da hemen her okuyucuda farklı olur. O bakımdan, bu konuda daha fazla yorum yapmak okuyucuya haksızlık olur kanısındayım.

Kitabınızın arka kapağında "Akif Hasan Kaya öykülerinde insanı, insanın hallerini sürekli olarak toplumsal bir zemin üzerinde anlatıyor. Ülkemizde ve Ortadoğu'da yaşanan acılar, zulümler ve göçler onun öykülerinin başat temaları arasında yer alıyor" yazıyor. Aslında ilk öykü kitabınızda da bu anlamda aynı konuları işlemişsiniz. Hayalinizde kurgulayarak değil de doğrudan gerçek olaylardan yola çıkarak öyküler yazmak zor olmuyor mu, yoksa daha mı kolay…

AKİF-HASAN-KAYA----ıslak-kibritler-kapakAslında ben, gerçek olaylardan yola çıkarak öykü yazmıyorum. Yazdığım öyküleri, gerçek olayları eleştirmek için kurguluyorum ve bu öyküler üzerinden söylemek istediklerimi dile getiriyorum. Bu çok önemli. Dikkat ederseniz, öykülerde olay minimal düzeyde ele alınıyor. Olayın tamamından ziyade bir ânı, hatta o ânın birey üzerinde meydana getirdiği tahribat ele alınıyor. Böyle olunca, az önce dediğim gibi olup bitene karşı eleştirilerimi daha rahat yazabiliyorum. Bu iki açıdan önemli; birincisi, öykü zaten böyle bir tür. Yani, odağı dağıtmadan, söylemek istediklerimi öykünün üzerinden söyleyebiliyorum. İkincisi de; bahsettiğiniz olayları edebiyatın alanına çekmek ve onları öykünün meselesi haline getirmek.

Ama yeri gelmişken dile getirmekte fayda var. Özellikle, Ölmüş Oyuncaklar Müzesi çıktıktan sonra gelen sorularda, öykülerdeki, sizin deyiminizle savaş, göç ve çatışmaya çok dikkat çekiliyor. Kitaplarım bir tema zenginliğine sahipken, sorular genelde bu yönde geliyor. Bunun üzerime yapışıp kalmasını istemem açıkçası. Elbette bizi rahatsız eden ve içimizi yakan olayları yazmaya devam edeceğim. Çünkü bunları yazmak benim için önemli. Özellikle İslam coğrafyası büyük bir baskı altında. Ve bütün bu olup bitenlere karşı benim söyleyecek sözlerim olduğuna inanıyorum. İşte öykü, bu sözleri söylemek için bir fırsat. Dediğim gibi, bundan sonra da bu öyküleri; ezilen, göçe zorlanan, zulme uğrayan insanların öykülerini yazmaya devam edeceğim. Ama sanki, yalnızca savaş öyküleri yazıyormuşum gibi bir algı oluşmasını da istemem. Sizin bu sorunuzdan sonra kitaplarımı önüme koydum. Hem Islak Kibritleri, hem de Ölmüş Oyuncaklar Müzesi'ni bu gözle yeniden inceledim. Mesela, Islak Kibritler'de yirmibir öykü var ve bunlardan sadece altı öykü bahsettiğiniz temaya sahip. Ölmüş Oyuncaklar Müzesi'nde yirmibeş öykü var ve sadece dokuz öykü bu temalar etrafında kurgulanmış. Bunlardan başka mesela mizahi üslupla yazdıklarım da var. Bunun yanında fantastik öykülerim var. Ancak, sanıyorum savaş ve çatışma öykülerinin öne çıkmasının en önemli sebebi, bu öykülerin az yazılıyor olması olabilir. Az yazıldığı için okuyucunun dikkati bu öykülere kayıyor olabilir.

"Ölmüş Oyuncaklar Müzesi" başlıklı öykünüzde "Gün gelir ağlamak bile yetmez; soğutmaz yüreğini… Sönse; keşke; ama yanmıştır bir kere… Dokunmaya korkarsın; çekinirsin; her şey elinde erir; eskir; akar gider; bir şey yapamazsın; çaresizlik; tutunmak; istersin; düşersin…" diyorsunuz. İnsanların, hayatın acılarını yazarken, bunları tekrar tekrar yüreğinizde hissettiğinizi düşünüyorum, peki bu yoğun duygu yüküyle nasıl baş ediyorsunuz?

Zaten bu öyküleri yazmamın sebebi bu. Yani, bunları dışa vurarak hafiflemek. Ama burada kendimi bir özne olarak öne çıkarmak istemem. Çünkü asıl olan öykülerdir. Söylemek istediklerimi onlar üzerinden dile getiriyorum. Dolayısıyla her soruya onlar üzerinden cevap vermeliyim. Sorunuzun cevabı kendi içinde gizli aslında. Az önce de dediğim gibi yazarak ve bunları paylaşarak, zamanıma, sorumlu olduğum zamana karşı şahitliğimi yaptığımı düşünüyorum. Yoksa bu kadar dağılmışlık ve parçalanmışlık içinden bakmak zor olur. Ama burada dikkat ettiğim asıl mesele, öyküleri yazarken melodrama düşmemek ve olayı ajite etmemek. Öyküyü kendi bütünlüğü içinde kurgulayarak, olay örgüsünü işleterek bir atmosfer oluşturmak. Böyle olunca öyküyle söylemek istediklerimi söylediğimi düşünüyorum ve sorunuzda değindiğiniz kimi olgularla baş etme imkanı oluyor. Yani, söyleyeceğimi söylemiş olmak rahatlatıcı bir duygu. Ancak, hiç bir zaman söyleyeceklerimizin tamamını söylemiş sayılmayız. O yüzden yeniden yeniden yazmaya devam ediyoruz.

Öykü yazarlarına çokça sorulan bir soru var.  “Öykü ile Hikâye aynı değil mi” diye. Aynı değilseler ne fark var öykü ile hikâye arasında. Sizin gönlünüze kalsa yazdıklarınıza öykü mü denilmesini istersiniz yoksa hikâye mi?

Bence öykü, hikaye aynıdır. Ama illaki bir ayrım yapılacaksa, yazdıklarıma öykü demeyi/denmesini tercih ederim. Zira öykü daha modern bir tür ve öykü dille, kurguyla, olay örgüsüyle oynamaya daha müsait. Bunları da yazdıklarımızda sıkça yapıyoruz. O halde öykü demekte bir sakınca yok. Ama bu ayrım üzerinden bir söz kalabalığı yapılmasını da doğru bulmuyorum.

Yabancılaşmaya karşı yerli olmak bağlamında ülkemizde edebiyatın dilini nerede görüyorsunuz. Sizce yerli olmaktan ya da yerlilikten neler anlaşılmalı, öykülerinizde gerek üslup gerek dil gerekse konu bakımından bir “yerlilik” çabasından söz edebilir miyiz?

Bu sorunuza önemine binaen bir kez daha dile getirilmesinde fayda gördüğüm, Hüseyin Su'nun bir görüşüyle cevap vermek istiyorum. Şöyle diyor Hüseyin Su: "İyi ve sağlam edebiyatın, tahkiyenin gücüne işaret eden bir söz: "Ben bir anlatıcı olarak toprağın üzerinde değil, kat kat destanların, masalların ve efsanelerin üzerinde yaşadığımı düşünüyorum." Hasan Ali Toptaş’ın bu sözü, tahkiye ve dil geleneği itibariyle roman ve öykülerinin aidiyet bağlarını göstermesi açısından da önemli. Dünya görüşü ne olursa olsun, bir yazarın edebiyat tarihinde sağlam durabilmesi için bu dikkate sahip olması, yani köklerinin farkında olması gerekir.

Altmış dört sayı boyunca yayımladığımız öykü dergisinde (2004-2014) ve tahkiyeyle ilgili her vesilede konuşurken ve yazarken altını çizmeye çalıştığımız soru da buydu: Bu coğrafyada yaşayan, bu coğrafyanın edebiyat, sanat, kültür ve dil değerlerine ait olan bir yazar olarak neyin, hangi değerlerin üzerinde yaşıyoruz? Eğilip bir kez yere, toprağa bakmak gerekmez mi? 

Ne ki, Anadolu’nun ücra bir köyünde doğan nice öykücü ve romancı, okuduğu yalan yanlış birkaç çeviri üzerinden edindiği malümatla ve daha ilk karalamalarıyla kendisinin Kafka, Faulkner, Woolf ve Joyce olarak doğduğuna inandığı için bunun farkına bir türlü varamıyor. Kaldı ki bu da bir türlü hakkı verilemeyen ve de hakkı olmayan bir yabancılaşma bilinci değil mi?"

Bir başka açıdan şunları da söyleyebilirim; bazı söyleşiler okuyorum. Yazara kimden etkilendiğine dair bir soru gelmiş. Kendisi, az önce yukarıda Hüseyin Su'nun ifade ettiği gibi hemen Kafka, Faulkner, Woolf ve Joyce gibi kimi isimler sıralıyor. Halbuki yazdıklarına bakınca böyle bir etkilenmişlik göremiyorsunuz. Bu bir tezat oluşturuyor. Bu da bir tür yabancılaşmadır. Ama buradan çıkış mümkün. Yani, dünya edebiyatıyla beraber kendi müktesebatımıza yeniden dönmemiz lazım. Burada da bir nostaljiye düşmemek önemli. Kendi bilincimizi oluşturacak eserleri, bugünün şartlarına göre yeniden değerlendirmek lazım. Bu dengeyi kurmak, hem yabancılaşmanın önüne geçmek için önemli hem de yeni bir dil inşa edebilmek için kıymetli diye düşünüyorum.

Öykülerinizin okurları da bir zamanlar çocuktu elbette ama şu an çocuk olanlardan öykülerinizin okuru olan var mıdır acaba merak ediyorum.  Sizce çocuk edebiyatı yetişkin edebiyatı şeklinde bir ayrım neden var, bu ayrım ne kadar gerekli ve tam da bu ayrımdaki anlamıyla çocuk edebiyatı alanında özellikle çocuklara yönelik yazmayı düşünüyor musunuz, öykü ya da roman…

Çocuk edebiyatı benim yabancısı olduğum bir alan. Bu konuda ne söylesem eksik kalır. O yüzden bildiğim alandan devam etmem en iyisi.

Son bir soru, çalışma tezgâhınızda yeni şeyler var mı, yeni öyküler, yeni kitap…

Malum, Ölmüş Oyuncaklar Müzesi yakın zaman önce, geçtiğimiz Nisan ayında yayımlandı. Bundan başka, yeni öyküler yazmaya ve dergilerde yayımlamaya devam ediyorum. Bunlar da kitaplık çapa ulaşınca yeni bir kitaptan söz edebiliriz ama şimdilik bunu konuşmanın erken olduğunu düşünüyorum.

Çok teşekkür ediyorum bu güzel söyleşi için.

Ben teşekkür ederim.

Teodora Doni sordu, Akif Hasan Kaya cevapladı 

 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir